top of page
Yazarın fotoğrafıKoral Bayraktar

Sınıfsal Veda

Gibi 3. sezon 4. bölüm muazzam bir bölümdü. Neredeyse bir tane boş, geçiştirilmiş sahne yok. Her şey ve her karakter birbiriyle o kadar ilintili ki, neredeyse en ufak detay atlanmamış. Gibi’nin net en iyi bölümü, hatta arttırıyorum, bugüne kadar izlediğim en güzel bol tespit sıçmalı karakomedi örneği olabilir. Özellikle “orta sınıf” kavramının kaybolmaya başladığı son zamanlarda bence aslında baya da bir yürek burkuyor diyebilirim. İki defa arka arkaya izledim soluksuz, yetmedi boş vakitlerimde açıp geriye sararak, durdurarak uzun uzun sahneleri ve detayları inceledim ve üşenmeyip bu bölümü daha çok kendim, biraz da sizler için yazdım.


Açılış sahnesi bir mahalle delisi ve Yılmaz’ın diyaloğu ile başlıyor (Hangi Selman? Türkiye İstanbul Selman mı?). İlkkan burada deliyi “kendi kendine konuşuyor” diyerek küçümseyip alay ederken Yılmaz da İlkkan’a bu tavrından ötürü gıcık oluyor ve “ben de kendi kendime konuşma yönünde karar aldım” diyor. İlkkan “yalnız seni evde böyle görürsem çok gülerim” diye laf çakıyor. Aynı sahnede Yılmaz ve İlkkan arasındaki yasaklı kelimeler oyunu başlıyor, Ersoy’a istersen sen de katıl, az su içiyoruz diye böyle bir karar aldık diyorlar. O sırada bahsi geçen kelimeler şahane: gülünç, algı, yaşanmışlık, farkındalık… Ego serbest ama egolar yasak hahah… Entel dantel kelimeleri anlamını bilmeden ortamlarda satmaya çalışan entel feridunlara müthiş bir gönderme, bol su içmelerini sağlaması da ironik.


İkinci sahne evde başlıyor, burada Onur’la indirekt bir tanışmamız oluyor, diğer karakterlerin diyaloglarıyla tanıtılıyor. Ersoy Onur’u elegant bulduğunu söylüyor, Yılmaz da “gururlanmamak elde mi” diye sorunca Ersoy “gerçekten mi sordun” diyince Yılmaz’ın yine o manidar bezgin bakışıyla karşılaşıyoruz, sonra “evet lan gerçekten sordum, elde mi, değil mi” diyor, Ersoy da ciddice düşünüp “değil” diyor. Açık konuşayım ben de bir düşündüm acaba o cümle kurulurken “gururlanmamak elde”yi mi yoksa “gururlanmamak elde değil”i mi kastediyoruz diye… Belki ben malım… Neyse…


Sonra meşhur kaburgacı sorunsalı başlıyor. Hesap çıkışır mı, Onur mu öder derdiyle beraber Yılmaz Onur’un ısmarlamaması yönünde bir karar koyuyor, rahatsızlığını da “sürekli bir beleş etkinlik içindeyiz fenomen gibi, işbirliğimiz de yok” diye dile getiriyor. Bir yalan bulalım gitmeyelim derken Yılmaz “Onur bizimle kaburga yemek istiyorsa yer, hiçbir şey bunun önünde duramaz” diyor. Peşinden Ethem’in yeğenini kapan drone muhabbeti açılıyor. Burada yine fakirlik konuşuyor ve bulunan bebeğin DNA testi pahalı diye kimliği önemli olmaksızın eve götürülmesinden bahsediliyor.


Diğer sahnemizde Yılmaz’ın odasında kendi kendine konuşmasına ve İlkkan’ın onu dinleyip odasına girmesine şahit oluyoruz. Burada Yılmaz’ın yasaklı kelimesini yakalayan İlkkan onu uyarırken aynı kelimeyi kullanıp tırnak içine almadı diye o da su içmek (Yılmaz tarafından klasik bitmek tükenmek bilmeyen bir argümanla içtirilmek) zorunda kalıyor. Burada can alıcı bir diyalog var, İlkkan “sen ne zaman böyle biri oldun” diyor, Yılmaz da “ben hep böyleydim” diyor. Çok haklı…


Sabah balkon sahnesi başlıyor. İlkkan’ın Onur’un hediye ettiği tesbihi doğalgazı açtırmak için satacağını öğreniyoruz. Üçlü yavaştan taraflarını belli ediyor, İlkkan “bu ne lan doğalgazımız gitmiş biz kaburga derdine düşmüşüz saçmalığa bak” diyerek isyan bayrağını açıyor, Ersoy da “çok kolay adam harcıyorsun İlkkan” diye çıkışırken Yılmaz bir düşünüyor. İlkkan “siz bu meseleyi düşünün” diyip çıkıyor. Hemen peşinden Ersoy’un fakirliğine rağmen antin kuntin şeylere para harcamasına tanık oluyoruz, gitmiş “palo santo” almış güzel kokuyor diye (ki ben de ne olduğunu burada öğrendim). Yılmaz’ın da tekrar o muazzam tembelliğine şahit oluyoruz, Ersoy içeride yakalım dışarıda uçar vs derken Yılmaz “yav her şey için çok uğraşıyoruz” diyip sonra da Ersoy’a “sen niye bütün paranla palo santo alıyon” diye çıkışıyor. Halbuki Ersoy içeriden getirip orada yaksa bu cümle hiç kurulmayacaktı.


Aynı muhabbet sonraki sahnede kafede devam ediyor. Yılmaz Ersoy’a “yine gittin bütün paranla en pahalı içeçeceği aldın” diye giydirmeye başlıyor. İlkkan ortama girince Onur muhabbeti tekrar başlıyor, İlkkan bilenmiş iyiden iyiye. Whatsapp grubunun adını soruyor yazıştıkları: “Onur ve Dostlar” olduğunu öğreniyoruz. Yılmaz İlkkan’ın bu tavrını, onun kaburga yiyememesinin sebebine karşı olan bir tutum olarak yine felsefe kitaplarından alıntılı bir cümleyle açıklıyor: sen kaburga yiyecek durumunun olmayışını Onur'un şahsına yalıtılmış sessiz bir öfkeye dönüştürüp bu iltihabı da sesinin tonlarında bize yansıtıyorsun.


Diğer sahnede eve geçiyoruz tekrar. Yılmaz pencereye doğru koltukta bir konuşma yapıyor ama telefondaymış ve karşıdan cevap geliyormuş gibi. İlkkan bu konuşmayı gerçek sanıp “sırtımda yara çıkmıştı ne iyi ettin kurtardın bizi bundan” diye Yılmaz’a teşekkür ediyor. Olayın aslında öyle olmadığı ortaya çıkınca da Yılmaz, kendi kendine konuşmasını eleştiren İlkkan’ın sırtını görmek istiyor. Akşam evde Ersoy da katılınca Yılmaz’ın Onur’a paraları olmadıkları için kaburgacıya gidemeyeceklerini mesaj attığını ve Onur’un da gücendirdiyse özür dilediğini öğreniyoruz. Burada güzel bir diyalog daha başlıyor, Ersoy eski günleri yad edip “paranın gözü kör olsun arkadaşlıkları bile bitiriyor” diyor, sonra “para birleştirerek aldığımız tavuk dönerin tadı hala ağzımda” diyor. Yılmaz da sinirlenip “mesele para değil, biz böyle otururken adam çalışıp kendisine servet edindi, o kem gözlerinizi Onur’un servetinin üzerinden çekin” diyor. İlkkan da Yılmaz’ı servet bekçiliği ile suçlayıp “zaten beraber karar aldık gitmeyelim diye, alsın servetini başına çalsın” diyor.


Sonra zil çalıyor ve Onur ile ilk fiziki karşılaşmamız nihayet gerçekleşiyor. Onur özel şöförüne evdekilere aldığı hediyeleri kapıya kadar taşıtmış, kapının önünde torbaları devralıp “sen araca geç” diyor. Direkt zengin, arkadaşlarına gösteriş yapmayı seven ve hatta görgüsüz bir tip olarak sadece birkaç saniye süren bir sahnede gözümüze sokuluyor. Hemen peşinden İlkkan’ın ve Ersoy’un klasik ikiyüzlülükleri ile karşılaşıyoruz. Yılmaz onları “siz zenginlerle konuşurken bir başka konuşuyorsunuz benim canım çok sıkılıyor” diye suçluyor, konuşmalarını “yalakalıkla öfke arasında bir perde” diyerek betimliyor.


Hediyeler açılmaya başlıyor, Ersoy efendinin dört tane hediyesi var, hepsi de şort. Burada fon olarak Yılmaz’ın sinirli delici bakışları kullanılıyor, Ersoy yavşağına iyi gitmiş fon olarak. Ersoy mutluluk hormonları salgılayarak paketlerini açıyor ve hepsinden renkli şortlar çıkıyor. Onur Ersoy’un Instagram’da paylaştığı fotoğrafta (5 sene önce Ağva’dan) şortunu eski püskü gördüğü için bunları aldığını söylüyor. Üslupsuz köpek… Ersoy da gram taviz vermiyor, bu söze hediyeler karşısında resmen boyun eğiyor. İlkkan da aynı perdeden olaya girince (İlkkan’a ne alınır? Kalemmm alınır…) Yılmaz sazı eline alıyor:


-Onur biz senin evcil hayvanların mıyız? Gücene gücene bit kadar kaldık, hayır konu para değil Allah daha çok versin de insan bir düşünmez mi ya? Evinin önüne küçük bir kap da bizim için koyarsın, küçük dostlarını unutma be


İlkkan ve Ersoy gururunu ayaklar altına alıp bin tane takla atıyor Onur gitmesin diye ama arkadaş güya üzülüyor, güceniyor, utanıyor ve çıkıyor. Peşinden bizim bu iki arkadaş Yılmaz’a çıkışıyorlar, Yılmaz da Ersoy’a “sen bu yaşına kadar derelerde tarzan gibi yüzdün ama başın dikti, al şimdi şortunu ruh haline göre giyersin şortunu” diyip şortlardan birini Ersoy’un suratına çakıyor. Ersoy da “çok kalp kırıyorsun, hayat sana bunun hesabını sorar, gülünç olursun” dedikten sonra gidip bir bardak su içiyor (“gülünç” kelimesi üzerine) ve sahne kapanıyor.


Ertesi sabaha balkonda başlıyoruz. Ersoy ve İlkkan balkondalar, sonradan Yılmaz katılıyor. Yılmaz’ın paşa çayı (bardak çaya soğuk su katıyor) içtiğini görüyoruz burada. Bizim ikiyüzlü zengin düşkünleri ağız birliği yapmış Yılmaz’dan kaburgacıya gidip Onur’un yediğini de ısmarlamayı ve Yılmaz’ın Onur’dan özür dilemesini “rica” ediyorlar. Özellikle Ersoy yalvararak isteyince Yılmaz “ulan Ersoy zenginler üzülecek diye ödün kopuyor di mi” diyor. Sonra laf çakmaya devam ediyor “siz belki seneler sonra anlayacaksınız ama ben dün gece gururumuzu kurtardım hiç merak etmeyin” diye, sonra da Ersoy’un Onur eve gelmeden yaptığı konuşmadaki tavuk döneri kastederek “ayrıca bana taş kalpli diyorsun ama dün gece uykuya dalarken o tavuk dönerin tadı hala ağzımdaydı” diyor. Sonra Onur’un kalbini almasını iyi bildiğini, gerekirse özür de dileyeceğini söyleyince İlkkan keyiflenip “hah şöyle beee” diyor. Yılmaz İlkkan’ın bu onay durumuna gıcık olup bir sövüyor. Sonra tekrar kaburgacı meselesi açılıyor, İlkkan illa görüşmenin burada olması taraftarı, “bu kaburga meselesi bambaşka bir şeye dönüştü, biz hala eskisi gibi yakın dostuz mesajı vermemiz gerekiyior” derken Yılmaz “biz yakın dostlar olarak birbirimize mesaj vermeye çalışmamalıyız, çok yanlış ya” diyor. Para denkleştirmeye başlarlarken Yılmaz’ın cebinde parasıyla yattığını öğreniyoruz (cebimde kalmış diyor). 810 TL denkleştirirlerken Yılmaz dört kişinin o paraya kaburga yiyemeyeceğini savunuyor. İnternetten araştırırlarken o yorum yapıp geçtiğimiz yerlerin kimisi için aslında ne kadar önemli olduğunu İlkkan’ın ağzından öğreniyoruz: Kimisi demiş ki çok ucuz, kimisi de çok tuzlu… Bu işin sonu yok gerçekten, kimisi köşe başındaki dürümcüyü pahalı bulurken kimisine Nusret ucuz gelebilir. Acı ama gerçek… Zaten bu bölüm iliklerimize kadar hissettiriyor bunu. Ersoy “o zaman gider insan gibi sorarız, nedir yani” diyerek kendinden emin bir şekilde sahneyi kapıyor.


Sonraki sahne restoranın önünde iş makinalarını izleyen Yılmaz ve İlkkan’la açılırken az evvel sahneyi kendinden emin bir şekilde kapatan Ersoy’un ağlayarak dışarıya çıktığını görüyoruz. Önceki kapanışla bu açılıştaki tezatlığa bayıldım, neye ağladığını bilmesem de güldüm baya. Ersoy “fiyatlarınızı öğrenebilir miydim dedim adam tokat attı” diyerek mevzuyu açıklarken Yılmaz küfrü basarak içeriye hareketleniyor. Bu sahnede iki tip insanı aynı anda çok güzel yansıtmışlar, Yılmaz’ın arkadaşına yapılan muammeleye sessiz kalmadan gözü kapalı dalıyor olabilmesi ve İlkkan’ın kavgaya yememesi ama bunun için türlü bahaneler uydurması “çocuk ağlıyo lan bize ihtiyacı var” gibi… Okul çıkışında kavgaya girmemek için bahane uyduran “servis bebeleri” geldi aklıma: ağzını burnunu gırardım ama servisim var çıkışta…


Tümevarım/Tümdengelim sorunsalı ile yeni sahne açılıyor. Yılmaz İlkkan’a hangisini tercih ettiğini soruyor, İlkkan bütünü görmek istediği için tümdengelim diyor. Yılmaz da “tümden gelecek olursak çok kötüyüz İlkkan” diyor. İlkkan da “şimdi öyle olabilir ama tümden gelmeye başla, gel” diyor. Yılmaz da “sen bütününü görmek istemiyor muydun, artık buradan detaylara inmeye gerek yok, çok kötüyüz işte” diyor. İlkkan hala tümden gele gele ilerleyeceğiz, analiz edeceğiz derken Yılmaz da “işte gelemiyoruz, tümde kaldık şu anda, çok kötüyüz ve orada kaldık” diyor. Sonra masaya içinde iki bin lira para dolu bir zarfla Ersoy geliyor, çok gururlu, “Onur’u kaburgacıya götüreceğiz, kanımı sattım” diyor. Kanımın son damlasına kadar savaşırım gerekirse diyor :). Görevliye de bilenmiş, “o şerefsiz herif gözümün içine bakıp bize hoş geldin diyecek” diyor, çok da naif... Yılmaz Onur’a sövüyor, sonra da “durumun o kadar da iyi değilken, ne kadar da iyiydik” diye serzenişte bulunuyor. Ersoy’un içtiği vişne suyunun zarfın içinden düşüp düşmediği konuşuluyor sonra.


Ve meşhur restoran sahnemiz başlıyor. Burada Ersoy’un ne konuşulduğuna bakmaksızın sırf ambiyanstan güldüğünü görüyoruz, sağ eliyle şarap kadehini zengin ve elit biri gibi tutmaya çalışırken pirzolayı da sol eliyle ayı gibi yiyerek adab-ı muaşeretten yoksun bir şekilde sofrada sırıtarak yer aldığını görüyoruz. Yılmaz bir yerde ağzını silmesi için utanarak uyarıyor hatta. Sonra da Yılmaz Onur’a Ersoy’u tokatlayan garsondan bahsediyor, “o şerefsiz herif gözümün içine bakıp bize hoş geldin diyecek” diyen Ersoy bir anda içine kaçıyor ve “Yılmaz beni küçültme, şu an çok büyüğüm, şarap falan içiyorum” diyor. İlkkan burada “Onur Bey” hitabında bulununca Yılmaz’a ufaktan gelmeye başlıyorlar, Onur da “ne gerek var ya bey” falan diyince İlkkan “hahah ya ben öyle mi dedim, neyse hadi dostluğa” diyip şarap kadehini kaldırıyor, sonra Yılmaz da sıçarım dostluğa lan durun bir dakika minvalinde Ersoy’a dönüyor tekrar tokatlayan garsonu göstermesi için. Ersoy sessizce kafasıyla arkasındaki adamı işaret ediyor.


Burada Onur ve Ersoy arasındaki fark bastırılmış egonun dışavurumuyla açığa çıkıyor. Onur garsonu parmağını şaklatarak “güzelim bakar mısın” diye çağırıp (lan ne sevimsiz, küçümseyici bir ifade çocuğu falan çağırmıyorsan) “beyefendi siz benim arkadaşımı tokatlamışsınız doğru mu” diye soruyor. İfadeler ve seçilen kelimeler hep ortamdaki o elit liderliğini pekiştirmek için aslında. Ersoy tabii sonunda gaza gelip garsona “Sen kimsin lan! Köpek!! Sen kimsin olm yaa” diye bağırarak çıkışıyor, gerçek Ersoy aslında burada. Garsonu ortaya alıp çıkışıyorlar “nasıl yaparsın böyle bir şeyi” diye, Garson da Ersoy’un bir laf ettiğini söylüyor ama “terbiyem müsaade etmez” tavrında yaklaşıp “boşverin, özür dilerim” diyor. Masadakiler ısrar edince garson da Onur Bey’in kulağına eğilip “afedersiniz ama bu parayı veren kendi g.tünü de s.ker dedi” diyor. Masa bi an sessizleşiyor, insanlar ne kadar karşı çıksa da içten içe Ersoy’un bunu diyebileceğini de düşünerek ağırdan hareket ediyor, özellikle Onur’un Ersoy’a olan güvensizliğini içten içe hissediyoruz, garsona da bir kere laf etmiş artık, tekrar özür dileyip küçük düşmek istemediği için onu yine hafif aşağılayıcı bir tavırla gönderiyor ama biliyoruz ki Ersoy’a kalpten inansaydı garsonun patronunu ayağına çağırtır veya onu işinden ederdi. Bu arada Ersoy’un aslında ne kadar çakal ve güvenilmez biri olduğunu “gelin başı” bölümünden biliyoruz, kadının hastanede hamile olduğu ortaya çıkıyordu da o kişinin kim olabileceği tartışılırken kameranın orada bütün kalabalığı yarıp Ersoy’a doğru zoom yaptığı müthiş bir sahne vardı, ben oradaki surat ifadesine bayılmıştım. Öyle fakir ama gururlu bir tip değil Ersoy, gerekirse zenginliğe ulaşabilmek için kanını bile satar.


Dışarıya sigaraya çıkıyorlar, Ersoy kendini Yılmaz’a anlatıp inandırmaya çalışsa da Yılmaz bunu yemiyor, Ersoy’a olan güvensizliğini beden diliyle olabildiğince gösteriyor ama en son Ersoy’a “biz bunlarla baş edemeyiz, sen zaten öyle bişey dememişsindir, desen de onu kastetmemişsindir, bu ortamın içinde sen tertemiz bi insansın” diyor. Sonra garsona “o adam hiçbi zaman yiyemeyeceği kaburganın bekçiliğini yapıyor,o adamda ben kötülüğü gördüm” diyor. İlkkan da klasik yancılığını yaparak “evet habis biri o” diyor. Burada “habis”in yasaklı kelime olup olmadığı gündeme geliyor. Bu sahnede Yılmaz çok farklı sınıfsal bir kategoride mücadele verdiklerini ve buna aşina olmadıkları için sorun yaşayacaklarını düşünüyor aslında. Ersoy’u temiz bulmasının sebebi onun küfür etmiş/etmemiş olması değil, etmiş olsa bile kaburgacıya gelene kadar yaşadıkları şeyler o kadar mide bulandırıcı ki, Ersoy’un yaptığı tüm bunların yanında bir şey değilmiş gibi gözüküyor.


İçeri geçiyoruz, Onur’un masaya gelen başka zengin bir arkadaşıyla (Nejdet Bey) “denizin dibinin cam gibi olduğu” bir yerin muhabbetini yaptığını görüyoruz. Onur yine efendi gibi davranıp kusra bakmayın size sormadan buyur ettim derken Ersoy tekrar o üzerine yakışmayan o yapmacık elit tavrıyla “estafurullah ya olur mu, Nejdet Bey merhaba Ersoy ben” diyor. İlkkan da buna “İlkkan ben” diye karşılık verirken Yılmaz direkt “Yılmaz” diyor. Yasaklı kelime oyunundaki kelimeler gibi isminizin sonuna “ben” zamirini koymak da biraz sizi bilge veya elit gösteriyor diyebilir miyiz? Nejdet Bey’in Manhattan’da yatırım danışmanlığı şirketinin olduğunu ve arada h.sonları da buralara kaçtığını öğreniyoruz. Ersoy’un buna verdiği tepki “hayırlısı olsun, ne güzel ne güzel, iyi günlerde inşallah” olurken İlkkan da “tebrik ederim Nejdet Bey” diyor. Aslında ikisi de ne denilmesi gerektiğinden bihaber, o kadar yabancılar ki şu ortama. Ufacık diyaloglarla yabancılıkları anında ifşalanıyor. Nejdet Bey de o dünyanın pek de vasıflı olmayan insanlarına “memnun oldum, valla pırıl pırılsınız” diyor. Onur Nejdet Bey’e ne yiyeceğini sorunca bir hafta önceden zaten sipariş verildiği yanıtını alıyor: Gömme oğlak. Ersoy’un etekleri tutuşuyor, Yılmaz’a inceden sarılmaya başlıyor artık çünkü bu ortamı kotarabilecek tek kişinin o olduğunun farkında, sessizce kulağına eğilip “bak hem artı bir kişi, hem gömme oğlak, olmaz lan, yapamayız” diyor.


Yılmaz tuvalete gitmek için izin istiyor ve orada sesli bir iç hesaplaşma yaşıyor, bu iç hesaplaşmada Ersoy’un şarabının sürpriz olması, Nejdet Bey’in oğlağını kendi ödemesiye bi ihtimal yırtabileceği, ödemezse Onur’a oğlağı ödemesini söylemesiyle başa dönüyor olması ama en azından şu an bir gururlarının olması gibi şeylere tanık oluyoruz. Tuvaletten çıkın havlu tutan şık giyimli genç çalışan bile çok yabancı geliyor. Havluyla elini kuruluyor ancak nereye koyamayacağını bilemeyince tekrar çocuğa geri veriyor, giderken çalışanın arkadan Yılmaz’ı küçük gören bakışlarına şahit oluyoruz.


Geri döndüğünde yaşadığı iç hesaplaşma bu sefer adisyon olarak karşısına çıkıyor. Müthiş bir “hayır ben ödeyeceğim” çekişmesi var ancak buradaki bizim üçlünün tavrı oldukça şaibeli. Özellikle İlkkan’ın Ersoy’un restoranda tokadı yedikten sonraki tavrının burada da devam ettiğini görüyoruz. Lafın gelişi Onur “aa güceniyoruz ama olur mu öyle şey” dedikten sonra İlkkan Yılmaz’a dönüp hesabı ödemek zorunda kalmasın diye “insanları gücendirmenin bir alemi yok, oğlağı zaten biz yemedik Nejdet Bey yedi” diyor hahah… Gerçekten çok rahatsız edici bir karakter. Hemen bunların peşinden Ersoy’u esas rahatsız eden mevzu hesabı ödeyemeyecek bile olsa dile geliyor: “Onur bana bir zamanlar Ersoy Abi derdi, hatırlarsın? Ben de Ersoy abin olarak seni bu gece hesap ödemekten men ediyorum”. Ersoy’un esas derdinin geçmişten beri gelen o abiliğin sınıfsal farklardan ötürü silinmesi. Zengine yaranmaya çalışmak için kanını bile satsa esas koyan mevzu bu abilik mertebesinin Onur zenginleştikçe veya sosyo ekonomik olarak sınıf atladıkça düşmesi ve yok olması.


Ve son sahneye giriyoruz. Buraya kadar yumağa dolanmış üç kedinin düğüm üstüne düğüm olması ve yumağın içinden çıkamamasıyla bu iplerin kesilerek kedilerimizin kurtarılmasını izliyoruz. İpleri burada Yılmaz kesiyor. Güzel bir konuşma var, Yılmaz gayet samimi ve doğal tavrında yine: “Biz bu gece kaburga yiyebilelim diye Ersoy kanını sattı, ki ona rağmen hesabın sadece 2105 lirasını biz ödeyebildik, üzerini sen tamamladın… Tip de verdin bir de (içten içe bahşiş vermek bile oldukça lüks Yılmaz’a göre)… Yani oğlak gelmeseydi eğer ne olurdu bilemiyorum biz hesabı ödeyebilir miydik, belki de hayırlısı oldu. Onur yani bu söyleyeceklerimi arkadaşlarımla konuşmadım ama bana katılacaklarını düşünüyorum. Bu kaburga bir veda olsun kardeşim. Yani ne dersen de, bu bir sınıfsal veda. Çünkü ne biz sana yetişebiliyoruz, ne sen bize yaranabiliyorsun her ay her ay bu çileleri çekmenin alemi de yok. Allah çarşını pazar etsin vallahi gözümüz yok, senin için de hep çok iyi şeyler diledik biz ama bence artık ayrılalım Onur.”


Onur’a bu ismin neden konulduğunu zaten anlamıştık ama kendisine konuşmanın sonunda tiyatral bir cümle yazılmış: Çocuklar benim ya… Onur’unuz. Etmeyin ya valla bak buluruz bir çaresini…


Yılmaz da sahneyi “hayat arzularımızı ve beklentilerimizi her zaman karşlamıyor Onur…” diyerek yasaklı kelime olan “arzu”yu da kullandıktan sonra su içerek sahneyi kapatıyor. Burada diğerlerinin de su içtiği hissettiriliyor, hatta bir elin bardağa uzandığını görüyoruz ve üç defa bardağı masaya koyma sesinin geldiğini (biri Yılmaz’ın) işitiyoruz. Muhtemelen üçünün adına yapılan o konuşmaya hepsi içten bir şekilde katıldığı için, çok güzel detay…


Dizinin sonundaki sahne, başlangıçtaki “kendi kendine konuşma” diyaloğunu neticelendiriyor. Giderayak İlkkan’ın ikiyüzlülüğüne tekrar şahit oluyoruz. Yılmaz her şeyi ulu orta yapabilme cesaretini (ve zaman zaman patavatsızlığını) gösterirken İlkkan insanlardan uzakta kendi kendine konuşuyor. Kendisiyle yaşadığı diyalogda bile o çakma elitizm ve burnu havadalığa şahit oluyoruz: “Vay be ulan İlkkan yaşlanıyorsun yaaa… Bok yaşlanıyorum… Olgunlaşıyorum abi… Bilgeleşiyorum… Tıpkı şarap gibi. Zaman geçtikçe daha kıymetli oluyorum. Bunu zaten bayanlardan da gözlemleyebiliyorum. Hergünkü İlkkan bir önceki günkünden daha bilge, daha kültürlü, daha kıymetli bir İlkkan… Ve daha olgun… Bunu asla unutmamalıyım… Ne kadar olgun biri olduğumu kendime daha sık hatırlatmalıyım abi… Evet…


Bu fotoğrafı da benim için tüm bölümü anlatan bir kare olduğu için koyuyorum. Ersoy zengin arkadaşıyla elitizmcilik oynuyor, kemiğinden tutup sosa bandırdığı pirzola sol elinde gömüyor ama şarap kadehini havadar tutmaya çalışıyor. Ve bu zengin ambiyans kendisini çok mutlu hissettiriyor.




75 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page