Yazın ortasındayız temmuz ayları falan, hava o kadar sıcak ki haber bültenlerinde bile izleyecek bir şey yok, haberciler bile çalışmak istemiyor. Zaten bütün haberler de havanın sıcaklığı üzerine; asfaltta pişen yumurtalar, süs havuzuna giren çocukların önünde mizansen yaparken tacize uğrayan kadın spikerler, son otuz yılın en sıcak temmuz ayı iddiaları… Halbuki geçen sene “son elli yılın en sıcak temmuzu” haberi yapılmıştı, matematiksel olarak bu senenin son otuz yılın değil son elli bir yılıın en sıcak temmuz ayı da olması lazım aslında ya neyse.
Bizler Kadıköy’ün "nezih" bir semtinde, betonarmelerin arasında vaha sayılabilecek kadar çok büyük boş bir arsada top oynamak için çıkmışız, güneş tepemize en zararlı hangi açıdan gelebilecekse o şekilde geliyor. UV ışınlarının zararlı olduğunu fiziki olarak da hissedebileceğiniz şu dakikalarda nedense (muhtemelen ergenlik) çıkıp top oynamayı tercih etmişiz, oynadığımız yer toz toprak, ayağınızı yere vurunca puff diye bir toprak hüzmesi havaya kalkıp olanca sıcaklığıyla ciğerlerinizi dolduruyor. Dune’daki baharat gibi ama o değerli, Irklar onun için savaşıyor, biz de bunu ciğerlerimize çekip akşam nefes alamıyoruz diye Nasonex abanıyoruz.
Toplamda 7-8 kişiydik yanlış hatırlamıyorsam ancak aklıma mıh gibi kazınan tek bir kişi vardı: Kevin. İsmini Kevin koydum çünkü gerçek ismini versem biliyorum hoş olmayacak, sosyal medyadan beni bulacak sonra uğraş dur. Başka Türkçe isim de vermedim çünkü bu yazıyı okuduktan sonra o isme sahip kişiler “adama bak böylesine lanet bir herife benim ismimi layık görmüş” diyebilir. Ama Kevin, Jason falan pek umrumda değil, az buçuk Türkçe bileni de gelip alınganlık yaparsa mahalleden bir kamyon adam toplar girişiriz. Böyle de politik doğruculuğa önem veren hassas bir insanım.
Takımlarımızı kurduk, topu havaya diktik başladık oynamaya derken kenarda 8-9 yaşlarında üstü başı dağılmış, terliklerle yerden toz kaldıran bir velet eline cigarayı almış bizim oyun sahamız içinde geziniyorken gördük. Bizler nispeten süt oğlan olduğumuz için kendisini görmezden geldik, yanından top geçiriyoruz, çarpmamaya çalışıyoruz falan derken bu mevzuyu anladı ve topa bir yerde müdahale edip dan diye arsanın derinliklerine gönderdi. Napıyosun bilader hayırdır dedik, sağlam bir küfür patlattı, Kevin da sinsice o sırada topu almaya gitti. Bizim kavruk elinde cigarasıyla çekirdek ailemizden başlayıp soy ağacımızın üçüncü nesline doğru gitmeye başlarken ben dayanamadım, sanırım ikinci neslime geçmişti, kendisini bir silkeledim. Sonra elimde güneş ışınlarından olmayacağını tahmin ettiğim bir sıcaklık hissettim, sigarayı elimde söndürmüştü. Tabi o can acısıyla da yaşına falan bakmadan okkalı bir tokadı kafasına savurmamla, kavruk arkadaşın hatrı sayılır bir mesafe ileri düşmesi bir oldu.
Ben istemeden yaptığım için özür dilemek isterken bu arkadaş kalkıp sövmelerine ağlayarak devam etti, üzerine bir de tehditler gelmeye başladı “azına zıçtırtcam lan senin görürsün” diye. Tabi göreceğim diğer uzuvları yine ebemden ve neslimden örneklerle çoğalttı. Ben kıllanmaya başladım, acaba yandan kaçsak mı birilerini toplayıp gelmese bari diye düşünürken piyasaya Kevin çıktı: yok be ooolm işte burdayız hepimiz naaapacak yaa, hadi devam oyuna… Bende asla güven uyandırmayan bu şahsı kenara bırakıp diğerleri var en azından diye kendimi avuttum.
Birkaç dakika sonra ilerden gelen 4-5 kişilik bir ekip gördüm, sıcaklıktan mı asabiyetten mi bilmiyorum üzerlerinde dumanlar tütüyordu. Çocuklar yaklaştıkça az evvel itelediğim cigaracı veletle onun boylarına yakın uzun bir dal parçasının üzerinde yapraklarıyla beraber iri yarı bir çocuğun elinde yerlerde sürünerek geldiğini gördüm. Hatta daha da yaklaştıkça bu dalın bir palmiyeye ait olduğunu gördüm, ötekilerin de elinde bir şeyler belirmeye başlamıştı. Daha da yaklaşmaları sonucunda ellerinde benim olacağımı düşündüğüm için ben ufaktan sıvışma planları yapıyordum ki ben dakikalardır kendilerini seyrederken Kevin ne ara uzaklaştıysa arsanın öteki ucundan seslendi: Corale, hadi maç bitti gidiyoruz. O an en son düşündüğüm şeyin maçın son düdüğü olduğunu idrak edememiş bu hain arkadaşımız hepimizden önce sıvışıp maç bitti evlere gidiyoruz ayağı çekiyordu.
Beklenen an geldi çattı. Artık görüntü iyice netleşmişti, yerde sürünen palmiye dalı cigaralı veledin boyundan uzundu, ötekilerin elinde gördüklerim dikenli palmiye kabuklarıydı, hepsi belli ki beni elden iyice geçirip süzgece döndürmeye yemin etmişti. Arkamı döndüğümde öteki arkadaşların da tribünlerde yerini aldığını gördüm. Maç başlamak üzereydi. Başlama vuruşunu cigaralı velede “hangisi vurdu la” diye soran çocuk yapacaktı. Bizim kavruğun gözleri ağlamaktan şişmiş, ancak o şiş gözlerindeki gururla da beni parmağıyla göstermeyi ihmal etmiyordu. Ben işaret parmağımı söz hakkımı kullanmak için medenice havaya kaldırdıktan birkaç milisaniye sonra “sus la” diye okkalı bir tokat yedim. Peşinden palmiye dalıyla çeşitli kombolar, müthiş kombinasyonlar gelmeye başladı, yere düştükten sonra da öteki elemanlar elindeki o dikenli dalların yanlarıyla vura vura beni delik deşik ettiler.
Bitmek bilmiyordu. Her geçen saniye ömrümden giden birkaç yıl gibi gelmeye başladı. Böylesine orijinal bir dayağı hak edecek ne yapmış olabilirim diye düşünürken bizim velet sinsice kenarda belirdi oh olsun ifadesiyle. Çok mutluydu deyuz. Hemen sonra beni ayağa kaldırdılar, ne kadar nazikler diye düşünmeye başlarken bu düşüncenin kafama almış olabileceğim bir darbeden olduğunu anladım. Elemanlardan biri “kardeşimiz de vuracak” dedi, “götüne bir tane tekme patlatacak”. Sadece o narin çocuksu bedenimi değil, gururumu da bir susamlı çubuk kraker gibi kırmayı kafaya takmışlardı. Gözlerim doldu, bu olsun istemedim, tribünlerde ise sessizlik hakimdi, Kevin ortalıktan komple kaybolmuştu. Ben acınası gözlerle serserilere bakarken biri “hadi la dön gödünü” dedi bana arkamı döndürdü. Bizim velet hırsla arkama geçti, müthiş bir heves ve ivmeyle bana o tekmeyi sallayacakken ben hızla çekildim, velet dengesini kaybetti sonra ben kendisine okkalı mı okkalı bir tane daha yapıştırdım.
İşte hikayenin geri kalanını az çok tahmin edebiliyorsunuz, bi iki seans daha bu şekilde dayak yedim… Ufaklık kenarda hüngür hüngür ağladı ben dayak yerken. Beni tutup çağırdılar kendisini “hadi vur” diye ancak kendisi öğrenilmiş çaresizlik kurbanı olarak vurmak istemedi ve kaçtı. Zaten vursa da muhtemelen ben kendisine tekrar dayak yemeyi göze alıp bir tane daha çakacaktım.
Ben soyunma odasının yolunu tutarken tribünler bana apartman önüne kadar eşlik etti. Delikanlı değillerdi ama kızamadım da, nötr bir ilişki seviyesinde yolumuza devam ettik. Apartman önünde Kevin’in top sektirdiğini gördük. “Nerdesiniz abi iki saattir niye orda kaldınız ki” diye sordu. Dayak yemekle meşgul olduğumu görmezden gelip mala yatıyordu. Bu çocuktaki hayatta kalma içgüdüsü o kadar yüksekti ki, babasını bile tanımazdı. Hatta tam olarak babasına şöyle diyebilirdi "aaabi sen beni niye doğurttun ki yani, ne gerek vardı".
Dikenlerden süzgece dönmüş bedenimin kanları biraz azalsın, acısı dinsin de eve gidince farkedilmesin diye dinlendim. Apartman girişindeki bahçede biraz su içtik. Kevin zaten havanın sıcaklığını bahane edip bilgisayar oynamaya çıktı. Kalan arkadaşların beni telekinezik olarak telkin etmeye çalıştığını biliyordum, biri fıkra anlatıyor, öteki osurma efekti yapıyordu. Akşamüstü güneşin etkisi azalınca tekrar çıkmak üzere arkadaşlarla anlaştık.
Dış kabuğu soyulmaya başlamış Spalding futbol topumun bir baklavasını biraz daha çekip elimde sallandırdım, dizimde sektire sektire, böylesine samimi bir ortamı ve dayağı önümüzdeki yıllarda bir daha asla bulamayacağımı bilmeden eve gittim.
Corale
Comentários