Öncelikle belirtmem gerekir ki, bu coğrafya ve kültürden yapmış olduğum çıkarımları ve izlenimleri sizlere aktarırken amacım kesinlikle kendi vatanımı ve insanımı aşağılamak, Finlandiya da çok başkaymış canım demek, sizleri kuzey ülkelerinin medeniyetini anlatmaya çalışmakla boğmak değil. Mümkün olduğu kadar tarafsız bir şekilde sizlere gözlemlerimi çektiğim videolar ve fotoğraflar aracılığıyla sunmak istedim, nitekim Rovaniemi’den öteye seyahat edip tecrübelerini sunan nadir kaynak buldum. Bulduklarım da daha çok “müthiş gezdik yhaa” tadındaydı. Bana bu açıklamayı yaptırmak zorunda bırakan “woke culture” da denilen duyar kasıcı terör örgütü mensubu arkadaşlara şimdiden minnetlerimi sunuyorum.
Buyrunuz.
Havaalanı girişinden başlayalım. Non-EU pasaport kontrolünden geçer geçmez “bunun üzerine bir bardak soğuk su içmek yakışır” tadında bir musluk sizlere hoşgeldiniz diyor. Evet yanlış duymadınız, musluk. Doğaya verdikleri önemin belki de en büyük meyvesini “su”dan alıyorlar. Finlandiya’da herhangi bir yerde “içilmesi yasaktır” yazmadıkça her musluktan güvenle su içebilirsiniz. Hatta bazı yerlerde para verip aldığınızda “neden musluktan almıyorsunuz” diye bile soruyorlar. Musluğumuza selam verip devam ediyoruz yolumuza.
Metro ve tren ağı Kopenhag’a benziyor. Yani ben oraya gittiğim için bir kıyaslamada bulunabildim, eğer sizlerden de gidenler varsa yabancılık çekmeyeceklerdir. Yok gitmediyseniz kısaca şöyle bahsedeyim, belirli zone’lar var. Biletler bu zone’lar arasında geçiş yapmak durumunda kalmanıza göre ve toplu taşımayı kullanmak istediğiniz zaman dilimine göre değişkenlik gösteriyor. Hemen örneklendirelim durumu, mesela havaalanı C zone’unda, siz A zone’unda şehir merkezine doğru gitmek istiyorsunuz. Gün içinde başka bir şekilde toplu taşıma ihtiyacınız olmayacaksa tek kullanımlık ABC bileti alabilirsiniz, ancak daha uzun süreli kullanmak istiyorsanız orada saatlik ve günlük seçenekleri de görmeniz mümkün. Ayrıca bu ulaşım ağında sizi zorda bırakmaması adına harika bir telefon uygulaması mevcut, gitmek istediğiniz yere toplu taşıma rotası ve almanız gereken biletleri sunuyor. Yani makine kullanmak zorunda değilsiniz, uygulamayı da keşfedebilirsiniz. Bu arada biz havaalanından şehir merkezine geçerken hangi metroya bineceğimizi pek anlamamıştık ki sonradan keşfettik, ilk defa gidecek arkadaşlara da yardımcı olması açısından söyleyeyim. İki metro var ve ikisi de şehir merkezine gidiyor, içiniz rahat olsun, sadece güzergahları farklı, varış süreleri bile neredeyse aynı.
Şehir merkezine geçtiğimizde havanın kışın erken kararmasından da ötürü senato meydanı ve Uspenski Katedralini görüp otele geçiyoruz. Çok basitmiş gibi hızlıca anlattım değil mi? Deniz kenarına doğru olan yerlerde soğuğun iliklerinize işlediğini hissedeceksiniz, çok hafife almayın. Sıkı giyinin. Ki bunu ayrı bir paragrafta anlatacağım. Sizlere tarihi yapılar hakkında bilgi sunmayacağım, unutmayın ki bu bir belgesel değil ve ben de İlber Ortaylı değilim. Ancak şunu söyleyebilirim ki İstanbul’da Kadıköy, Beşiktaş, Boğaz hattı ve tarihi yarımada taraflarında önünden alelade geçtiğiniz bir yer buranın en eski yapısından daha tarihi olabilir. Helsinki için bilgisayar oyunlarında yapılmış mükemmel bir şehir tanımı yapabilirim sanırım. Fin yöneticiler gerçekten milletine hizmet aşkıyla yanıp tutuşuyor. Yapılan her şeyde vatandaş ön planda, şehircilik ve belediyecilik algısı üst düzey. Ciddi bir AVM kültürleri var ve bunların altında metro ve otobüs terminalleri var. Yani önce AVM’yi yapıp sonra yol çekmeye çalışıp trafiği felç etmek ve şehir halkını kendine sövdürtmek burada pek yok.
İkinci günümüzle devam ediyoruz, birazdan anlatacağım yerle ilgili elinizde ziyadesiyle kaynak olacaktır. Evet Tallin’den bahsedeceğim. Burada genelde bulduğum kaynaklara paralel ilerlemeye çalıştım, günübirlik gezi yapacağımız için old town denilen yer dışında bir opsiyonumuz yoktu. Tallink isimli bir Cruise ile Tallin’e geçtik, öncelikle bu gemiye değinelim. Biletinizi internetten aynı gün içinde gidiş-dönüş olarak alırsanız fiyat uyguna geliyor, yok ben Tallin’de kalacağım diyorsanız ayrı, ama demek istediğim oraya geçtikten sonra dönüş bileti almanız cebinizi üzer. Minik bir detay daha var, gemi içinde VIP biletliler hariç zaten çoğu yere oturmanız serbest ama yemek işini online check-in esnasında söylerseniz %20 daha uyguna yiyebiliyorsunuz, biz gemide yememeyi tercih ettiğimiz için kullanmadık bunu ama aklınızda bulunsun işte. Ayrıca kendinize ayrılan alan içinde her yere geçebilirsiniz içiniz rahat olsun. Bir sürü restoran ve cafe var içeride. Ayrıca dış mekanda sigara yasağı var, öyle güzel alanlar sigara içenlerin, içmeyenler de içeride tıkılı kalsın mantalitesi yok.
Tallin'de inip Şişko Margaret lakaplı geçidin orada Old Town'a dogru giris yaptik. KGB'nin eski hapishanesi var, ben çok isterdim ama vakit darlığından giremedik. Tepelerde seyir terasi var 2 tane, uzun basamaklardan oraya ciktik ve sehri izledik. İstanbul’daki kedilerin muadili burada martılar. Burada seyir terasları dışında Alexander Katedrali, Catherine Pasajı, Old Pharmacy gibi yerleri gördük. Old Pharmacy isminden de anlaşılacağı üzere bilinen en eski eczanelerden birisi, vitrinlerde ilaçlar, kitaplarda ilaçların tarihçeleri falan var. FRP’ci arkadaşların Health ve Mana potionlarından gadın analarımızın havanlarına kadar bir çok ilgi çeken item burada yer almakta. Eczacı arkadaşların ilgisini daha çok çekeceğine eminim. Yemek için biraz bakındıktan sonra Olde Hansa’da karar kıldık ve sempatik bir arkadaşımız nereli olduğumuzu sorduktan sonra bize kültür şoku yaşamayalım diye yememizin daha uygun olacağını düşündüğü bazı tercihlerde bulundu. Kuzu ve ördek etinde karar kıldık karşılıklı tatmak da için, bir de ballı bira… Ziyadesiyle memnun kaldık diyebilirim… Konsept takdir edersiniz ki ortaçağ üzerine, tuvalette bile detaylandırmışlar. Konsept fark etmeksizin daha uygun bir yer düşünürseniz Catherine Pasajının oralara yakın Munga Kelder denilen yer de iyi gözüküyor, deneyimlenebilir.
Dönüşe geçerken önemli bir noktaya daha değinelim, alkollü içki alacaksanız o işleri burada halledin. Finlandiya vergi oranı en yüksek ülkelerden biri, alkol çok pahalı olduğu için günübirlik Tallin’e gidip alkol stoklayıp dönebiliyor insanlar. Biletini gidiş/dönüş aldığımız cruise’a atlayıp Helsinki’ye geri döndük. Otele dönerken bir otobüs şoförü aktarma yapacağımız tramvayı kaçırmayalım diye bizi durağa gelmeden zart diye tramvayın önünde attı, buradan kaptana teşekkürlerimi sunuyorum, zira kurallara harfiyen uyup nadiren insiyatif alan bu yer ve insanlar için eminim kendisi vicdanıyla baya bir cebelleşmiştir.
Üçüncü gün Suomelina adasına geçiyoruz. Bugün buradan çıktıktan sonra da Sibelius’un anıtına da uğrayacağımız için 80 dk’lık değil tam günlük bir bilet edindik. Adayla ilgili kısa bilgiler geçmek gerekirse, Heybeliada büyüklüğünde eski askeri bir alan burası, UNESCO Dünya Mirası alanı. Adayı yürüyerek gezebilirsiniz, tabii kışın birçok alanın kapalı olduğunu söylemekte de fayda var. Oyuncak müzesi, askeri müze gibi yerler var içinde ancak Nisan/Ekim arasında hizmet verdiği yazıyordu. Dolayısıyla biz daha çok bir doğa yürüyüşü gerçekleştirdik. Tabii ki ada içinde buranın ne olduğuna dair bilgilendirici levhalar mevcut, hatta adaya iner inmez karşınızdaki bilgilendirme levhasını okursanız nasıl gezmeniz gerektiğine dair de güzel ipuçları edinebilirsiniz. Haritadaki taralı alanlara girmeniz yasak, bu kurallara uymanızı tavsiye ediyorum yasak olmasının sebebi askeri alan olması değil, bazı savaş yapılarının restore bile edilmeden bırakılmasından dolayı canınızı yakabilme ihtimalinin olması. Tuvalet kışın sadece adanın tam ortasında mevcut, ona göre önleminizi alın derim. Yazın çok farklı bir çehreye büründüğünü tahmin edebiliyorum ama bence kış buranın gerçek mevsimi.
Buradan çıkıp Sibelius Park’a gidiyoruz, adından da anlaşılacağı üzere içeride Finlerin ünlü klasik müzik bestecisi Sibelius anıtı var. Tabii ki anıt görmeye gitmedik sadece, burası göl/deniz kenarında güzel bir park. Yazın kürek yarışlarına da ev sahipliği yapan bu yerde Regatta Cafe denilen gerçekten çok küçük ve şirin bir cafe de mevcut. Fiyatları şehir merkezindeki birçok yere göre çok çok iyi, ambiyansı da videoda görebilirsiniz. Sıcak çikolatası bu soğukta içinizi ısıtıyor demek isterdim ama hayır bu soğukta içinizi ısıtabilecek tek şey sağlam bir termal içlik… Otobüs durakları ve otobüs içindeki bazı uyarı levhalarını da videoda görebilirsiniz… Evet çok parfüm sıkmayın uyarısı var, ve evet sigarınızı da gidin beride için diyorlar…
Buradan Oodi’ye geçiyoruz, yani en büyük kütüphanelerine. Burası okumakta olan Fin gençlere hizmet veren bir yer. İçeride gençlerin oturup goygoy yapması için ayrı bir alanları var, fotoğraf yasak olduğu için kurallara uyduk ve bu alanları çekemedik. Ama kısaca özetlemek gerekirse içeride camlarla bölünmüş podcast eğitim alanlarından, 3d baskı tekniklerine, terzilikten enstrüman öğrenmeye kadar çok geniş bir yelpaze var. Hele ki duvarda asılı onlarca pahalı enstrümanı biz teşhir sanarken yanında “randevu alıp çalabilirsiniz” yazısını görünce bir yutkunduk. Bu kütüphanede sosyal medya üzerinden bir süredir burada yaşayan Türk bir aile ile buluştuk. Kendisine birçok soruma yanıt verdiği için ayrıca minnetlerimi sunuyorum.
Otele dönüp emanetlerimizi alıp Rovaniemi trenine yetişeceğiz. Burada ufak bir not düşmekte fayda var, bazı oteller emanet alırken para talep edebiliyor, biz bundan muaf olduğumuz için şehir içinde gezdikten sonra trene gitmeden eşyalarımızı aldık…
Evet şimdi yolculuğumuzun esas kısmı olan ve sanırım en çok tecrübe aradığım, bulamayınca da kendimce epey tecrübe edindiğim kısma geçiyoruz.
Öncelikle tren biletini gidişiniz olsun dönüşünüz olsun mutlaka ve mutlaka online olarak alın, hatta uygulamasını indirin, bu size biletinizle ilgili bazı esneklikler sağlayacaktır. Biletinizi ne kadar erken alırsanız o kadar ucuza edineceksiniz. Alabiliyorsanız yataklı kompartman alın, 12 saate yakın süre az değil, akşam otelde kalmak yerine trende kalmayı tercih ettik zaman kaybımız olmasın diye. Gidişimiz normal bölümde, dönüşümüz yataklıda oldu. Eğer gün doğumuna şahitlik etmek istiyorsanız gidiş yönüne göre üst kat ve sağ taraftan alın. Ayrıca trenin içerisinde ışıklar sönmüyor, kuzeye doğru çıktıkça da içerisi gitgide soğumaya başlıyor, hassasiyetiniz varsa bilginiz olsun. Uzun, uykusuz ve yorucu bir yolculuğun ardından harika manzaralar eşliğinde Rovaniemi’ye varıyoruz.
Öncelikle tren istasyonunu anlatmak istiyorum. Burası böyle abartılan bir şehre göre oldukça küçük bir yer ama oldukça kompakt ve kullanışlı. Küçük ebat, büyük ebat ve kayak takımları için olmak üzere 3 farklı kilitli dolap bulunuyor. 3-6-12 saat gibi seçeneklerle bunları kiralayabiliyorsunuz. Biz dönüşte 6 saatlik küçük bir dolap kiraladık yaklaşık 6 euro’ya, içine bir büyük bagaj, bir kabin tipi bagaj, bir de 60 lt’lik seyahat sırt çantası sığdı. O kadar da küçük değil yani. Dolabı otomat üzerinden açıyorsunuz, size verdiği fiş üzerindeki qr code’u kullanabilirsiniz, fiş kaybolursa diye üzerinde size verilen şifreyi de kenara not düşmekte fayda var. Buradan araç kiraladıysanız telefonunuzun yurt dışı aramalarına açık tutun çünkü kendileri oldukça dakik bir şekilde orada bulunuyor, yaşanabilecek tüm aksilikler için iletişime geçmek durumunda kalacaksanız o numaraları aramaya ihtiyacınız olacak. Görevli arkadaş gelip espriler de yaparak kiralama işini tamamladı, aynı espri kalıplarını öteki kiracıya da yaparken yakaladım ve bir miktar aldatılmış hissettim. Dönerken anahtarı kimseye teslim etmiyorsunuz, orada bir anahtar atma kutusu var, oraya bırakıp yolunuza devam ediyorsunuz. Full paket sigorta yaptırmanızı tavsiye etmeme gerek yok sanırım.
Ben sigortanın önemini Saariselka’ya yani daha kuzeye giderken ilk 200 km’de anladım. Uykusuzluk ve buzlu yolların üzerine bir de daha önceden tecrübe etmediğim arkadan çekişli bir araba verdiler talep ettiğim arabanın ellerinde olmaması üzerine. Evet lastikleri çivili, arabalar ve yollar ona göre dizayn edilmiş ancak bu arabanın kaymasını tam olarak engellemiyor. Büyük bir stresle kaskatı kesilerek sürdüğüm ilk 150 km’den sonra bir benzin istasyonunda biraz soğuk da yiyip kendime gelmek için mola verdim. Hatta “acaba bu kadarına gerek var mıydı” diye bile düşündüm. Hiç de tahmin ettiğim gibi büyülü yollardan ve manzaralardan geçmiyorduk, tek gidiş tek geliş bir yol üzerinde karşıdan gelen koca koca tırlar beni biraz ürkütmüştü. Aracın kaydığını hissettiğim anlarda “ya tıra denk gelirsem” diye ayrı bir tedirgin olmuştum. İstasyondan çıktığımızda yol trafiğinin azalmasıyla da beraber kayan aracı daha hızlı toparlamayı öğrenmiştim. Karda sürüş tecrübeniz çok yoksa burası öğrenmek için ideal bir yer olmakla beraber dikkatli olmakta tabii ki fayda var. Sizi sıkıştıran bir araç yok, sabır ve kurallar var… Yoldaki karlar araçlarla kürenip kenarıya toplandığı için iki duvar arasında gidiyorsunuz gibi bir hissiyat oluşuyor, bazı bölgelerde acil durum için kenarda toplanan karlar da kürenip minik park yerleri yapılmış ancak bunlar birkaç km’de bir karşınıza çıkacak, otobüs durakları da bu şekilde açılmış ama burada diğer araçların durması yasak. Yani benzin istasyonları dışında durmak isterseniz sadece izinli bölgeleri beklemek durumundasınız. İçiniz kararmasın, duracağınız tüm noktalar seyir terası gibi, suratınıza yiyeceğiniz soğukla da beraber uyanıp manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz. Rovaniemi’den 200 km sonra en kötü yer Abant ve Yedigöller gibi.
Benzin istasyonu da kuzeye gittikçe seyrekleşmeye başlıyor, dolu bir depoyla yola çıkmanızda fayda var. Ayrı bir parantez açayım yakıt almanızla ilgili, çoğunda pompacı yok, benzininizi kendiniz koymak durumundasınız, araç kiralarken zaten size bazı bilgiler veriyorlar. Benzincilerin çoğunda şöyle bir sistem mevcut: Pompanın yanindaki bir makinaya kredi kartinizi takıyorsunuz, kac euroluk almak istediginizi seciyorsunuz ve bunu yaparken hangi pompadan yakit alacaginiza dikkat ediyorsunuz. bu islemden sonra 2 dk icinde yakit koymaya baslayin diyor. Diyelim beklediginizden daha az yakit denk geldi ve para artti, e karttan da cekmis ne olacak simdi? uzulmuyorsunuz cunku provizyonda bir sure sonra fazla miktar dusuyor ve ne kadarlik aldiysaniz o kadar yukluyorsunuz. dolayisiyla depoyu fulleyecekseniz "en yuksek miktari secin" uyarisi cikiyor ekranda. cok karisik geliyorsa shell gibi yerlerde iceriden de odeme yapabilirsiniz ancak kuzeyde boyle yerleri bulmak pek mumkun olmayabiliyor. Evet çok yakıt konuştuk…
Kuzeydeki ilk durağımız olan Saariselka’ya varıyoruz. Konakladığımız yer merkeze 10-15 km uzaklıkta. Çoğu yeri şehir ışığından kaçıp kuzey ışıklarını yakalamak için merkezlerden birkaç km uzaklıkta seçtik. Bunlarla ilgili birçok püf noktanın olduğu kaynak okuyacaksınızdır elbet, bunları detaylıca yazmayacağım ancak telefon uygulamalarına çok da güvenmeyin. Bir gece gökyüzünde bulut sandığınız şey de kuzey ışığı olabilir, bunu ancak tripodla uzun pozlamayla çekebilirsiniz. Gözle görünecek kadar net bir kuzey ışığını yakalamak biraz şans işi aslında, oldukça fazla parametre var. Biz buna İnari’de şahit olduk, o kısma geleceğim. Tripodunuz, kameranızın ayarları muhakkak baştan ayarlı olsun, telefonla çekecekseniz iPhone size çok fazla bir manuel ayarlama opsiyonu sunmayacaktır, Samsung bu konuda gerçekten çok büyük serbestlik tanıyor. Gece -20 dereceden daha yükseğini görmedik kuzeyde, yani daha yükseğini görmedik derken -20’den daha sıcak olmadı hava. Makinayı ve tripodu ayarlarken eldiveninizi çıkarmanız gerektiği durumlarda parmak uçlarınızda his kaybı olmaması için sadece birkaç saniyeniz var. Hızlıca donup uzunca bir sürede ısınacakları için minik cep ısıtıcılarından edinip eldiveninizin içine koyabilirsiniz. Diğer seçenek eldiveninizin parmağına dokunmatik özelliği olan bantlar takabilir veya direkt bu tarz eldivenlerden satın alabilirsiniz. Bu hava sıcaklığında dikkat edeceğiniz şeyler şunlar olacaktır, en iç kısımda termal teninize direkt temas ediyor olmalı, bunun üzerine polar ve ve iyi bir mont yeterli olacaktır. Ayakkabı olarak da iyi bir su geçirmez bot, içine de keçeli bir tabanlık işinizi görür. Boynunuzda buff, kafanızda kulakları da kapatan bir bere, hatta bazen gece rüzgarlı olursa suratınızı kapatan bir windshield bile gerekebilir. Eldiven yün olmaz, rüzgarı soğuğu geçirmeyecek iyi bir eldiven kullanmanız gerek. İstanbul’da Ansal spor ve Decathlon sizi iyi yönlendiriyor olacaktır. Kısacası çoraptan dona içinizdeki her şey termal olup nem tutmamalı, dışarıda ise mükemmel bir sızdırmazlık sağlamak durumundasınız, bu bahsettiklerim özellikle gece dışarıda fotoğrafa kaldığınızda geçerli. Benim mesela sadece biraz açıkta kaldı diye bıyıklarım ve burnumdaki sümüğüm bile dondu. Saariselka’da gece bulut sandığımız bir görüntü uzun pozlamada kendini yeşilin kollarına attı videodaki gibi bir fotoğrafla kendini gösterdi, böylece çakma da olsa ilk auroramızı görmüş olduk.
Ertesi sabah erkenden kalkıyoruz, check-in ve out saatleri Türkiye’deki gibi değil, giriş 16’daysa çıkış 10’da olabiliyor bazı yerlerde, dikkatli olmanızda fayda var zaman yönetimi açısından. Saariselka’da konakladığımız yer bir milli parkın içindeydi. Burada birçok yönlendirme ve bilgi levhası mevcut. Kaç km’lik parkura girmek isterseniz ona göre sizi yönlendiriyor levhalar. 30 km ve üstüne kadar bile çıkıyor tabii. Kayak yapanlar için ayrı, yürüyüş tercih edenler için ayrı parkurlar var, yazın trekking için ayrı bir turizm oluyor burada. Diğer bilgilendirme levhaları bitkiler, canlılar, mantarlar, kardaki ayak izlerinin neye ait olduğu ve hangi ayak izlerini gördüğünüzde geriye dönmenizin tavsiye edildiği üzerine. Doğaya dair hiçbir bilginiz yoksa bunları okuyarak sıfırdan bilgi sahibi olmanız mümkün. Hatta işler sarpa sararsa yapmanız gerekenlerin yazdığı bir acil durum bilgilendirme levhası bile mevcuttu. Yol açmak veya güzel gözüksün diye ağaç budamak yok, budamak bilinçli, kırılan ağaç dallarının da kendi içinde bir habitat oluşturduğu ve bunun korunması gerektiği savunuluyor.
Ufak bir not yine: kahvaltıda çoğu yerde ortak göreceğiniz şey yoğurt ve yabanmersinli, kızılcıklı tatlı/ekşi bir reçelimsi kombin. Hiçbirinde de üzmedi. Yulaf lapası da yaygın, bir de pirinçli bir çörekleri var, tatsız tuzsuz şeyler ve benim gibi gluten sevdalısı birine pek de hitap eden şeyler değiller.
Tekrar yola çıkıyoruz ve Inari’ye geçiyoruz. Rovaniemi/Saariselka’dan sonra bu yol oldukça kısa ve çok daha keyifli bir rota. Burada konaklama tercihimiz yine şehir merkezinden birkaç km uzaklıkta. Konakladığımız yer göl kenarında ve burada rahatlıkla yürüyebileceğimizi ve güvenli olduğunu söylüyorlar. Tek hassasiyet kayak izlerinden yürümemek, tıpkı herhangi bir yerde bisiklet yolundan gitmek gibi bir şey olarak görülüyor, kayak sadece spor için değil ulaşım aracı olarak da kullanılıyor. Bu arada gece şans yüzümüze gülüyor...
Bizim için ziyadesiyle yeterli oldu, etkilendik. Dilerseniz para karşılığında grup eşliğinde sizi kar motorları ile gölün ortalarına götürüp, ateş yakıp marşmelov kahve falan da yaptırıyorlar. Biz tercih etmedik. Fotoğraflama falan da yapacaksanız böyle gruplardan ve insanlardan uzak olmanızı tavsiye ederim ben bu esnada, özellikle tripodunuzun önüne geçip cep telefonu ekranının ışığını gözünüze ve makinanıza sokan insanlardan… Bu ışık avcılığından sonra havanın berraklığı ve açık alandan da fırsat bulup ayrıca startrail için de fotoğraf istifliyorum… Parmak uçlarımdaki karıncalanmayı fark edip geceyi sonlandırıyorum…
Ertesi gün yolumuz Akaslompolo tarafına doğru seyrediyor, burası batıda kalıyor ve kestirmeden 250 km civarı tutuyor ancak Google yolu uzatıp neredeyse tekrar Rovaniemi’den gitmemizi tavsiye ediyor. Aracımız ve nispeten tecrübelendiğimiz şöförlük bilgilerine güveniyor ve kestirmeye giriyoruz. Yol nispeten dar, rakımın yükselmeye başladığını da hissettiriyor, 250 km’lik yol boyunca bir adet benzinci var, hatta burası yerel halk tarafından tercih edilen uğrak bir bar aynı zamanda. Bütün sürdüğüm yerler arasında en keyif aldığım rota da burası oldu. Akaslompolo içinse çok fazla söyleyebileceğim bir şey yok, burası konakladığımız en soğuk yerdi. Her konakladığımız yerde soğuk algımız tekrar oluşturuluyor. Burası cross country kayakçıların tercih ettiği turistik bir bölge, Saariselka dışında ilk defa “tepe” manzarası ve buradan kayanları görüyoruz. Bir de çevredeki ev sakinleri bahçelerinden geçilmemesi konusunda biraz hassaslar...
Ertesi gün buzlarımızı çözüp yola çıkıyoruz tekrar, Rovaniemi’ye 15 km uzaklıkta bir tesiste kalacağız, yol üzerinde Snow Village denilen bir oluşum var, oraya uğruyoruz. Burası aslında sezonluk bir buzdan heykel müzesi, her sene konsept ve heykeller değişiyor. Biz gittiğimizde konsept şehirler üzerineydi. Dilerseniz bazı odalarında konaklayabiliyorsunuz, buz üzerinde uyku tulumunda uyuma deneyimi veriyor. İlla buz üzerinde uyku tulumunda uyumak istiyorsanız bu arada bunu bedavaya yapabileceğiniz birçok yer var tabii, neticede tüm ülke buzdan ibaret. Bir de içeride sıcak çikolata içmeyin, nesquik dayıyorlar…
Buradan çıkıp yolumuza devam ediyoruz ve “mutlaka görülmesi gereken” dedikleri bir yer olan Santa Village’ı ziyaret ediyoruz. Burası çok ayrı bir başlığı veya parantezi hak ediyor bence. Bugüne kadar gördüğünüz tüm turistik giydirmeleri, kazıkları, kandırmacaları unutun. Burada gerçekten bambaşka bir boyuta geçiyorsunuz. Bakın Sultanahmet’te cariye kostümlü kişilerin sunum yaptığı yerler belki ucundan yakalar burayı… Köy adından anlaşıldığı üzere tamamen “Santa”yı kullanan bir yer. Konaklamadan restoranına, husky turlarından geyik çiftliklerine, postanesinden hediyelik eşya marketlerine, hatta ve hatta eşine kadar… Evet Mrs. Claus’un evi de var yeterince sömürülmediyseniz.
Rovaniemi’ye kimlik kazandıran, turist avı için açılmış sentetik bir köy olan Santa Village’e ne kadar sövsem az kalacaktır. Santa’nın ekmeğini yemeyi geçtim adeta sömürmüş burası. Uzakdoğulu turistler çıldırıyor burası için. Noel baba ile fotoğraf çektirmenin bedeli 50 euro falan, ve ciddi kuyruk var, bekleyenler de çoluk çocuk değil öyle koca koca insanlar. Nasıl mutlu oluyorlar fotoğraflardan sonra anlatamam. Aslında ben mi yaşama sevincimi kaybettim yoksa bu insanlar mı arızalı bir sorgulamadım değil. Mesai saati biter bitmez arka kapıdan fıyan bir Santa var neticede, gözümüzün önünde el edip gitti adam devlet memuru gibi. Köy denilen bu oluşuma tüm aktiviteleri koymuşlar, ama dediğim gibi hepsi sentetik bir yerde geçiyor, kırsalda benzerlerine daha ucuza ve daha kaliteli ulaşabiliyorsunuz. Tek esprisi kuzey kutup dairesinin geçtiği noktaları işaretlemişler, hoş bir ambiyans ama vıcık vıcık yapaylıktan burada bile tadım kaçtı.
Burada husky turları için ayrı bir parantez açacağım: Binmeyin… Bizde eziyet gören faytonlardan farkı yok. Belki daha medeni ve olumlu koşullarda yetişiyor olabilirler ancak orada da bunların karşıtları söz konusu, sakatlanan hayvanlar (ki sakatlanma oranları da yüksek turizm sezonunun patladığı zamanlarda) bakım şartlarının elverişli olmadığı yerlerde uyutuluyor. Öyle aman Finlandiya, caanım Finlandiya, oldukça ponçik bir şekilde ilgileniyorlardır huskylerle demeyin, medeniyet dediğiniz tek dişi kalmış canavar neticede (bkz: kopenhag hayvanat bahçesinde öldürülen zürafa).
Santa köyünden kendimizi dışarı atıp konaklayacağımız yere geçiyoruz. Milli bir parkın içine kurulu bu alanı keşfetme fırsatı buluyoruz, Saariselka’dakine benzer güzel trekking rotaları var. Santa köyü yerine buraya daha fazla vakit ayırmadığımız için biraz üzülüyoruz ve ertesi gün aracımızı belirtilen saatte teslim edip eşyaları istasyondaki emanet dolaplarına bırakıp Rovaniemi’nin şehir merkezini geziyoruz. Çok da büyük bir alan değil tahmin edeceğiniz üzere. Angry birds temalı güzel bir parkları, içeride pederin genel kültürünü öttürüp sizleri güzelce ağırladığı bir Lutheran Kilisesi, barların cafelerin olduğu minik bir meydanı ve en kuzeydeki mcdonaldsı var. Bildiğiniz mcdonalds işte… Ha unuttum, tabii ki bir de olmazsa olmaz bir AVM’leri var.
Trenimize geçiyoruz. Dönüşümüz yataklı kompartımanda. Bildiğiniz müthiş dizayn edilmiş bir IKEA odası aslında. Ranzası, prizleri, cam kenarı açılır koltuğu, mini masası, ışıklandırmaları, banyosu, tuvaleti… Trenlerimizin gidiş/geliş saatleri tam vaktinde oluyor, dakika şaşmıyor. Ben üst katta bebekler gibi uyudum, tren uçak kadar sessiz ve süzülerek gidiyor.
Helsinki’de vakit ayıramadığımız yerleri görüyoruz: Kayalardan oyularak yapılmış bir kilise olan Temppeliaukion Kilisesi’nde bir piyano resitali yakalıyoruz, St. John’s kilisesinde de arya provası denk geliyor. Bugün hava güneşli ve sıfır derecenin üzerinde ilk defa, güzel gibi gözükse de yürümesi en zor ve en tehlikeli olan gün bugün oluyor. Zira güneş üstteki karı erittiği için açığa çıkan buz tabakası özellikle merdivenli yerlerde sizi epey bir zorlayabiliyor. Yine de düşük bilek çorap giyen küçük kız çocuklarının karla oynarken ayakkabıdan kum gibi kar boşalttığı ve üşümediği o anları asla unutmayacağım.
Bazı spot bilgiler
Spot 1: Mayonez kültürü yok çoğu restoranda (fast food dahil mayonez bulamazsınız masalarda)
Spot 2: Her yerde 2 kapi var, acilis yonleri absurd (bazen ikisi de içeri, bazen dışarı, bazen biri içeri biri dışarı)
Spot 3: Depozito makinaları var, her yerde yok yalnız, su vb aldığınızda kasadan ekstra depozito ücretini kesecekler sizden haberiniz olsun. Boş şişeyi makinaya sallarsınız ücretinizi iade alıyorsunuz.
Spot 4: Marketlerde her üründen birçok marka, birçok çesit mevcut, evde yemek yapabilme kabiliyetiniz varsa açlık kıtlık yaşamazsınız.
Spot 5: Yerliler oldukça nazik, misafirperver, yardımsever. Göçmenler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, özellikle turistlere ve yeni yerleşenlere sıfır tolerans gösteriyorlar. Bir işi çözümlemek istiyorsanız irtibata geçeceğiniz kişinin göçmen olmadığına emin olarak işe başlayın.
Spot 6: Suya para vermeyin, çeşme suyundan çekinmeyin.
Spot 7: Alkol ve sigara pahalı (birim fiyatçılar, sizlere sesleniyorum, birim fiyat olarak da pahalı). İmkanınız varsa Tallin’den veya duty free…
Spot 8: Finler çok şık giyiniyor. Soğuk koymuyor kendilerine sanırım, ben açıkta uzvum kalmasın diye kasılırken arkadaşlar beresiz, atkısız, eldivensiz kendinden emin tavırlarla caddeleri arşınlıyor.
Spot 9: Halikarnas diye bir yer var Helsinki’de açık büfe yemek de veriyor belirli saatlerde, sahibi Urfalı bir usta, son gün keşfettiğimiz için üzüldük. Siz üzülmeyin…
Comments