Euro’nun kamçısını sırtımızdan eksik etmediği şu günlerde eşimin kongresinin de olması bahanesiyle Kopenhag’a gittik. Şimdi öncelikle şu konuda hepimiz bir uzlaşıya varalım, benim gözlemlerim beş (5) günlük bir sürece tabi olup kesinlikle mutlak doğruları yansıtmamaktadır ve genellenemez. Ayrıca bu şehirle ilgili eminim yazan milyonlarca blog da vardır, nasılgezdimoyeah.com gibi sponsorlu sitelerden bilgi edinmek ve gitmeden önce fikir sahibi olmak belki sizler için daha doğru olacaktır. Bu yazı sadece ve sadece “benim” gözlemlerimi ve tecrübelerimi aktarmaktadır. Duyar kasan insanların üzerimde oluşturduğu baskılardan ötürü bu girişi bana yaptırdığınız için mutlusunuzdur umarım, yakında noter onaylı bir giriş de yapabilirim.
Efem lafı daha da uzatmadan minik bir tanıtımla sonrasında da sınırlara giriş yaptığım yerden yazmaya başlıyorum artık…
Kopenhag Danimarka’ya bağlı, ülkenin doğusunda bulunan güzel bir vilayetimiz. İsveç’in Malmö kentine komşu, denizin altından üstünden karışık bir şekilde bir köprüyle (Öresund Köprüsü) birbirlerine bağlılar. Nüfusu oldukça düşük, 800 bin civarı diyebiliriz, metrekareye düşen insan sayısı İstanbul’a göre çok çok düşük. Dolayısıyla yayla gibi yollar, bisikletler falan derken genel anlamda bir kalabalık, trafik ve curcunayla karşı karşıya kalmıyorsunuz. Para birimleri Danimarka Kronu (DKK) ancak Euro da kullanılıyor. Kredi kartı ise hemen her yerde geçiyor, hatta 2030 yılına kadar fiziki paranın kaldırılmasına dair adımlar atılıyor. 1 DKK yaklaşık 2,5 TL ediyor (şimdilik... heheh) , tabi bu sizi ümitlendirmesin, fiyatlar malum. Tatile gitmeden yanınızda eser miktarda da olsa DKK bulundurmanızda fayda var, orada döviz bürolarında makas yüksek, onun dışında dilerseniz kredi kartınızı yurt dışı kullanımına açtırabilirsiniz, ben TEB kullandım ve DKK harcamalarım direkt Dolar olarak ekstreme yansıdı, makas da yemedim, bankanıza mutlaka ekstrenize düşecek yurt dışı harcamalarını döviz olarak ödemek istediğinizi söyleyin ve bu dövizi baştan edinmiş olun.
Yurt dışına çıkınca ilk sorulan soru genelde şu oluyor: Kaç gün yeter? Bu tamamen sizin beklentinize, yapmak istediklerinize ve ilgi alanlarınıza göre değişiklik gösterir. Özellikle bazı müzelere (Carlsberg Glyptotek, David’s Collection hepsinden bahsedeceğim sonra) bir günün bile yetmeyeceğini düşünüyorum. Fularınız olmasa bile müzeler vakit ayırmaya değer, emin olabilirsiniz. Yok ben Instagram’a fotoğraf koyacağım derseniz şu meşhur evlerin oraya gidip (Nyhavn) iki foto patlatıp sonraki uçakla dönebilirsiniz, böylece herkes sizin oraya gittiğinizi öğrenecek ve tatmin olacaklardır. Özet: Ben böyle farklı ve Nordik bir kültürü sindirebilmek için aylar geçirmek isterdim, ancak turistik olarak bir hafta sanırım makul karşılanabilir.
İkinci soru: Pahalı mı? Evet… Ancak ekonomi modunu açmak isterseniz durumu idare ettirebilecek bazı seçenekler mevcut. Türkiye’den abur cubur, su, hazır çorba falan depolayarak, hatta kahvaltı dahil bir yer ayarlayarak gıdadan kısabilirsiniz. Gıdadan ne kadar kısılabilir ki demeyin, dışarda bir yere oturunca “heee” diyorsunuz. Ancak Türkiye’deki fiyat algımızın da kaybolmasından ötürü aynı algıyı orada devam ettirirseniz mutlu yaşayabilirsiniz. Öte yandan bazı yerlerin girişleri bazı günler ücretsiz olabiliyor, buna değineceğim.
Üçüncü soru: Hava nasıl? Yazları soğuk ve soğuk, kışları ise daha soğuk ve çok soğuk (ben kışını görmedim tabi söyleyenlerin ve yerel halkın yalancısıyım). Haziranda alaca karanlık 3 saat falan yaşanıyor ancak kışın da durum tam tersi. Tercih meselesi olmakla beraber yaz ayları turistik bir gezi için daha uygun.
1.GÜN
Uçağımız Danimarka’nın dümdüz ovalarını, Malmö’yü ve yel değirmenleri görerek iniş yapıyor. Uçaktan çıkışımızı yapıp pasaport kontrol noktasına ilerliyoruz ve Avrupa’daki EU ve Non-EU Citizen ibaresini burada da görüp pozitif ayrımcılığa üzülüyoruz L. Pasaport kontrol noktasında oldukça pozitif ve güler yüzlü bir hanımefendi tarafından samimiyetle karşılanıyoruz. Kısa sürede kontrolü geçtikten sonra reklam afişlerinde “EuroPerio 10” reklamlarını görerek ilerliyoruz, ilginç bir şekilde bu afişi daha sonra şehrin diğer noktalarında da görüyoruz. Şehrin nüfusunun 800 bin civarlarında olduğu düşünülürse ve metro/bisiklet ağının etkin kullanımı ele alınırsa herkes bu kongreden haberdar olmuş olabilir…
Tuvaletleri kullanmak için giriyorum, pisuvarları görünce oldukça sosyalleşmeye açık insanlar olduğunu düşünüyorum: bölme yok. Daha da ilerleyince bir noktaya denk geliyoruz, açılıp öteki tarafa geçen ve arkanızdan kapanan bir kapı var, üstünde de “geri dönüş yok, iyi düşün” gibi bir şey yazıyor, valizlerimizi almadığımız için “acaba buradan önce mi alacaktık, kaçırmış olabilir miyiz” diye düşünüyoruz. Sonra müthiş parlak fikrimle iki kişi olduğumuzu hatırlayıp eşimi geride bırakıp ben kapıyı geçiyorum ve döner bantları görüp telefonla gelebilirsin diye arıyorum. Özet: Bagaj teslim noktası için “buradan geri dönüş yok” kapısını geçmeniz lazım, panik yapmayın…
Bagajlarımızı da alıp kapıdan çıkınca tren/metro/otobüs hatlarını içeren bilet makineleri karşımıza çıkıyor. İlk ciddi sınavımıza geldik. Burada size oldukça fazla seçenek sunuluyor, ulaşımdan hangilerini ne kadar aktif kullanacağınızı, planlamanızı göz önünde bulundurarak ilerleyebilirsiniz. Aslında cihaz çok güzel yönlendiriyor, size en uygun ekonomik seçeneği sunmak üzerine oraya konulmuş. Sadece şehrin bölgelerini bilmenizde fayda var, onlar da orada dağıtılan el haritalarında mevcut. Bunun sebebi de sadece şehir merkezinde ulaşımı kullanacaksanız orası için sınırsız ulaşım seçeneği tüm şehre göre tabii ki daha uygun. Bir de Copenhagen City Card var, müzeler vs. ücretsiz ancak ciddi anlamda bir ulaşımı kullanma durumunuz dışında bu o kadar da avantajlı olmayacak. Müzelerin bazılarının ücretsiz günleri oluyor çünkü. Biz başta sadece tren biletinde karar kılmıştık kendi sebeplerimizden ötürü, orada karşımıza tren saatleri çıktı ve biz yetişemeyiz diye 10 dakika sonra kalkan treni seçtik, bilmiyorduk ki tren istasyonu tam dibimizde (bizdeki aktarma mantalitesi sonraki durağa yürümek biliyorsunuz). Görevliye “binebilir miyiz sonrakine aldık bileti ama” diye rica ettik o da “keh keh ya arkadaşım üç beş dakikanın lafı mı olur, tabi ki binebilirsin, öyle saatlere yayılırsa ama oyarız kabak gibi haberin olsun” dedi.
Trene bindik. Biner binmez reklam afişinde ne göreyim: CopenHell Metal Müzik festivali. Aylar öncesinden araştırmış olmama rağmen hakkında hiçbir şey göremediğim (ki aynısını arkadaşlarım da dedi) bu festival kanlı canlı haliyle reklam panosunda karşımdaydı. Hemen telefondan bilet al kısmına davrandım ancak “sold out” yazısıyla gözüm karardı. İki gün boyunca altmış yaş üstü tüm siyah tişörtlülerden belki tansiyonu çıkar, şekeri oynar falan diye bilet dilendim, karaborsa sordum ancak Metallica Whiplash ile açılış yaparken ben avcumu yalamaya başlamıştım bile.
Otelimiz oldukça merkezi bir yer olan “Kongens Nytorv”daydı. Bütün metroların kesişim noktası, her yere ulaşabiliyorsunuz, bir dairenin merkezi gibi diyebilirim. Otele yerleşir yerleşmez yürüyerek etrafı keşfe çıkıyoruz. İlk durağımız Frederik Kilisesi. Rokoko mimarisi nedeniyle halk arasında Mermer Kilisesi (Marmorkirken) olarak da bilinip dibindeki metro durağının da ismi budur. Olaylı bir inşaat sürecinden geçen bu kilisenin etrafında Danimarka’nın önemli din adamlarının görkemli heykelleri de var ve bunlardan biri kiliseyi eleştiren din adamı ve varoluşçuluk felsefesinin öncüsü olduğu düşünülen (ben düşünüyorum :)) Kierkegaard.
Frederik Kilisesi (Batıdan görünümü)
Soren Kierkegaard
Kilisenin doğudan görünümü (Danca yazan yazının manası: Tanrının Sözü Sonsuza Dek Sürer)
Burayı doğuya doğru takip ettik ve Amalienborg sarayına ulaştık. Burası kraliyet ailesinin evi. Dört bloktan oluşuyor ve sadece bir kısmı turistik amaçlı ziyarete açık, öteki türlü takdir edersiniz ki milletin evine girip çıkmak ne kadar hoş karşılanmıyorsa kraliyetin de evine girerken aynı şey geçerli. Bu bloklarda nöbetçi askerler var, günde iki defa falan nöbetçi değişimi oluyor belli ritüeller uygulanarak. Sonra doğuya devam edince karşımıza güzel bir çeşme ve büyük bir kanalın arkasındaki opera binası çıktı. Burada Hintli bir aile fotoğraflarını çekebilir miyiz diye rica etti, sonra da onlar bizimkini çekti derken iki üç Türkçe kelime kullandılar, yav noluyoruz derken Türk dizilerinin müptelaları olduğunu öğrendik, “Feriha” falan diyorlardı ki eşim “Aşk’ı Memnu”ya girince baktım muhabbet koyu, çok konuşmadan uzadık.
Amalienborg Sarayı (batıdan görünümü)
Amalienborg Sarayı (doğudan görünümü)
Çeşme ve Opera Binası
Opera Binası
David Heykeli
Teyze
Nehir kenarından kuzeye doğru yürüyünce “Kastellet” isminde bir yere varıyoruz. Burası eski bir askeri alanken şu an bir anıt park olarak kullanılıyor. Yukardan bakınca yıldıza benzeyecek şekilde inşa edilmiş (beş köşeli). Başka yerlerde 1948 sonrasında şehit düşen askerlerin de isimlerinin yazılı olduğu ve hiç sönmeyen bir ateşin bulunduğu metaforik bir anıt var içerde. Duvarda Danca “Tek zaman, tek yer, tek insan” yazıyor (evet bana da onu çağrıştırdı :)). Buna rağmen Google yorumlarda anıt için “sevgilinizle gidebileceğiniz sessiz sakin bir yer” yazan arkadaşa selam ediyorum. Öte yandan parkta en büyük ilgiyi bu yıldızın kenarları ve burçları görüyor, hafif yukarda konumlandığı için zaten dümdüz olan şehirde iki metre yukarıdasınız diye görüş alanı kazanıp mutlu oluyorsunuz. Oldukça bakımlı bir yeşilliğe sahip olmakla beraber insanlar burada aktif bir şekilde spor yapıyor. Hatta yaşlıların da katıldığı güzel bir oryantiring yarışı da vardı. Aslında insanlar tüm parkları ve hatta tüm şehri koşu parkuru olarak kullanıyor. Mikemmel…
1948 sonrası şehitleri için anıt (*Tek Zaman, Tek Yer, Tek İnsan)
İlk ücretsiz tuvalet deneyimimize de burada kavuşuyoruz. Sonra tüm tuvaletlerin ücretsiz olduğunu öğrenip mutlu oluyoruz, üstelik temiz…
Kastellet’in dışında ise bu şehrin ikonu haline gelen “küçük deniz kızı heykeli” var. Yapımı da, açılışı da oldukça olaylı olan bu heykel şehrin her daim belası olmuş diyebiliriz. Yapımında model olarak kullanılan balerin heykelin kafasına modellik ettikten sonra çıplak modellik yapmak istememiş ve bunun üzerine heykeltıraş eşini kullanmış. Heykel defalarca vandallığa maruz kalmış, buna kafasının koparılması, bombalanması gibi şeyler de dahil. Kafası daha sonra ikinci defa yapılıyor, dolayısıyla boynunda iz varmış. Politik aktivizm hareketlerinde sıkça kullanılmış, biri de üzerine burka giydirilerek “Türkiye’nin AB üyeliğine hayır” yazılması. Heykel yapımından bu yana birkaç defa da yer değiştirmiş, en son Tivoli Bahçeleri’nde turistlerin tacizine uğradığı için son karar olarak Kastellet’in yan tarafına konulmuş.
Küçük Deniz Kızı Heykeli
Kastellet'in içinden bir kesit
Kastellet'in içindeki yel değirmeni
Yıldızın tüm uçlarını dolaşıp girdiğimiz uçtan çıkıyoruz ve “Gefion Çeşmesi”ne geliyoruz. Hemen arkasında “St. Alban’s Kilisesi” var. Çeşme oldukça görkemli, kiliseyle birbirilerini görsel anlamda harika bir biçimde tamamlıyorlar. Gefion İskandinav mitolojisinde geçen bir karakter, kırbacı vurduğu öküzler ise oğulları çünkü mitolojiye göre kendisine sürebileceği kadar arazinin verileceği vaad edilmiş o da oğullarını öküze döndürüp sürmüş. Kilise ise İngiliz kilisesi. O dönem bölgedeki İngiliz hakimiyeti sebebiyle inşa edilmiş.
Gefion Çeşmesi ve St. Alban's Kilisesi
Gefion Çeşmesi
Burada şehrin içinden yürüyerek meşhur Nyhavn’a varıyoruz. Kopenhag’ın yüzü olan kanal çevresinde meşhur renkli evler burada. Hans Christian Andersen’in (Andersen’den masallardaki Andersen işte) burada yaşadığı biliniyor. 20 no’lu ev işaret edilse de yazın başkalarını da kullandığı söyleniyor. Ama işte en meşhuru kırmızı olan ev olmuş. Neyse işte burası sosyalleşme ortamı gibi bir yer, bir sürü cafe var, isterseniz kanal etrafında da oturabilirsiniz yiyeceğinizi içeceğinizi alıp. Şehri arkanıza alıp kanalı sağ taraftan takip ederseniz bir köprüye çıkıyorsunuz ve işte dı dımmmm… Köprü ikiye bölünüyor, sol tarafı bisikletliler sağ tarafı yayalar için.
Nyhavn (saat 22:00 civarı)
Andersen'in bir zamanlar konakladığı 20 no'lu bina
Kural tanımaz Danimarkalılar
Bisiklet her yapıda her daim düşünülmüş. Metroda ayrı girişleri, park yerleri var. Bizde “yaşlı, hamile ve gazilere yer verin” yazısı onlarda yerini “bisiklet ve hamilelere yer verin” şeklinde (şaka yapmıyorum, hatta direkt bisiklet konulmuş önce). Gece kıyafetiyle topuklularla (en kötü terliklerle) bile bisiklet sürüyor insanlar, yağmurluk olarak da stadlarda dağıtılan naylon şeyleri geçiriyorlar. Bunun üzerine bu giyilir mi hiç yakışmadı cinconlukları yok, ulaşım ve konfor ön planda herkes eşit ve toplum bilinci bu şekilde oturmuş, aferin on puan…
Neyse köprüyü geçip şehirdeki “food hall” konseptindeki yerlerinden birine ulaşıyoruz: Broens Gadekøkken. Street food dedikleri konsepti açık havada tek bir alanda toplamışlar. Ortada bir sürü masa var, istediğini al ye iç sosyalleş diye yapılmış, gençlerin ağırlıklı takıldığı bir mekan. İki tane fish and chips mekanı vardı birini Yunanlar diğerini de Arjantinliler işletiyordu. Ben Arjantinli arkadaştan aldım, üzerimdeki Fenerbahçe amblemli yağmurluğa bakıp bildi ama futbol mevzusunu aynı hızla kapattım. Bunların dışında hamburger, makarna, pizza, dürüm, vegan seçenek vs. ne isterseniz var. Tek sorun küçük porsiyonlar J. Bu arada buranın penguen görünümlü mini martıları var kafaları siyahımsı, sakın hafife almayın, koskoca balığı (başkasının) gözümün önünde hiç etti arkadaşlar (50 DKK martının midesinde kanatlandı). Bu geceyi soğuğu iliklerime kadar hissederek kapattım. Gezimin sadece ilk günü gördüğüm soğuk hava dalgası haziranın ortasında olmamıza rağmen bana “ya kışın gelseydim” diye düşündürttü. Güneş batmak bilmediği için saat 22:00 gibi artık kalktık ve dinlenmeye otele geçtik otelde hava hala tam olarak kararmamıştı ki yorgunluktan hızla uykuya daldım, sonra yorgun argın bir biçimde kalkıp alarmı kurmayı mı unuttum diyordum ki havanın 3.30’da aydınlanmış olduğunu fark edip tekrar uyudum.
Broens Gadekøkken'e giderken köprüden bir görünüm
2. GÜN
Güne otelde kahvaltıyla başladık, bu kadar müthiş bir kahvaltı beklemiyordum tabi herkesin beklentisi farklı olabilir. Ancak taptaze sıcak gelen ekmekleri, taze peynirleri, çekirdek öğütücülü makinalarda filtre kahveleri, sürmelik danish blue falan derken kahvaltılarımı müzeye gider gibi fularla yapmaya karar verdim (müzeye tabii ki fularla gidiyorum). Bu arada otel: Wakeup Copenhagen Borgergade. Odalar küçük, sadece yaşamsal fonksiyonlarınızı görebilmek için tasarlanmış, ki bizim için yeterli. CopenHell festivali ve EuroPerio 10 kongresi için gelen oldukça büyük bir kitle vardı, kahvaltı salonu takım elbise ve siyah tişörtlü insanlarla doluydu.
Bugün rotamızı Rosenborg Kalesi ile açtık. Danimarka’nın en eski kraliyet bahçesi (King’s Garden) burada. Tabi kraliyete göre mütevazi bir bahçe olarak adlandırılsa da burası kocaman bir park aslında. Andersen heykeli de burada. İnsanlar güneşleniyor, koşu yapıyor, piknik yapıyor, kitap okuyor. Bazen minik bebelerin böyle yerlere başında bir iki eğitmenle getirildiğini görebilirsiniz. Sadece park bahçe değil kütüphanelerde ve müzelerde de bu bebeleri ağzında emzik kafasında kaskla dolaştırılırken görebilmeniz mümkün. Saraya giriş ücretli, gezeceğiniz yerlerin bir listesini çıkardığınızda değerlendirebileceğiniz bazı opsiyonlarla karşılaşıyorsunuz mesela tüm müzeler için yaklaşık 200 DKK gibi bir şey olabiliyor veya 3 müze için 100 DKK vs. Ancak burada müzelerin isimlerine dikkat edin, Carlsberg Glyptotek gibi bir yer mesela bunlara dahil olmayabiliyor.
King's Garden
King's Garden
Rosenborg Sarayı (kuzeyden görünüm)
Rosenborg Sarayı (doğudan görünüm)
Buradan çıkıp botanik bahçesine geçiyoruz. Burada bahsettiğim seçeneklerden biriyle karşılaşıyoruz, sadece botanik bahçesine girecekseniz 50 DKK veriyorsanız mesela Ulusal Tarih Müzesi ve Zooloji Müzesi’ni de dahil eden bir paketler hepsine 105 DKK’ya girebiliyorsunuz. Ulusal Tarih Müzesi botanik bahçesinin içinde. Biz gittiğimizde Neandertaller, değerli mineraller ve fotoğraf sergileri vardı müzede, bunlar dönem dönem değişkenlik gösteriyor dolayısıyla gitmeden bakmakta fayda var. Zooloji müzesi şehrin başka bir noktasında (başka derken de yürüme mesafesi 20 dk falandır, dilerseniz metro ile 2-3 durak aktarma derken her şeyi böyle çözebiliyorsunuz).
Botanik bahçesi iki kısımdan oluşuyor, biri kapalı alanda sergilenen özel kısım; tropikal bitkiler vs hepsi burada, hatta döner merdivenlerle üst kata doğru çıktığınız bir alan var, fotoğraf makinasını burada kesinlikle kullanmayın (en azından lens değiştirme işine girmeyin) çünkü hızla buğu oluyor. İçerisi çok sıcak ve nemli, ağırlıksız gelmenizde fayda var buraya eğer uzun kalıp inceleyecekseniz. Söylemeyi unuttum paraya dahil olan yer içerisi. İkinci kısım ise dışarısı, burası çok büyük bir alan ve ücretsiz, parkın keyfini çıkarın demek dışında bir şey düşmez bana. Unutmadan paralı yerde kelebeklerin olduğu ayrı bir bölme var, bakın bitkilere falan ilginiz yoksa sırf bu güzellikleri görmek için kesinlikle değer, hele mavi bir kelebek türü var, hareket etmezken (hatta hareket ederken de) fotoğrafını yakalamanız imkansıza yakın diyebilirim.
Botanik Bahçesi (dışarısı)
Botanik Bahçesi (dışarısı)
Botanik Bahçesi (balkon)
Botanik Bahçesi (iç kısım, tropikal alan)
Danimarka'nın Kedileri
Botanik Bahçesi (iç kısım / kelebek bahçesi)
Daha sonra buradan çıkıp şehri yürüyerek turlayalım diye bir rota çiziyoruz, rastgele geçtiğimiz yerlerden karşımıza tarihi yapılar utanmadan çıkıp duruyor. Üstelik kimisi okul yapılmış, kimisi sıradan konut. Çok eski ve tarihi binalarda yaşamak zorunda bırakılmışlar L. Jerusalem Kilisesi diye bir yerin önünden geçiyoruz, Danimarka’nın ilk metodist (protestan) kilisesi olduğunu öğreniyoruz. Yürümeye devam ediyoruz başka bir arada İsveç Gustaf Kilisesi’ne denk geliyoruz. Dayanamayıp içeri giriyoruz, güler yüzle karşılanıp içeriyi rahatça geziyoruz çıkarken de pederle karşılaşıyoruz. Pedere Nordikler’in inancı ve Norveç’in Danimarka’dan ayrılık süreci üzerine dini mezheplerin bir etkisi var mı diye sordum. O da bana din falan hikaye burası zaten yaklaşık 150 senedir Protestan, savaşlar da din kisvesi altında toprak kazanmak için yapılmıştı, din ne arar Danimarka’da diyor. E siz napıyorsunuz burada o zaman diyorum, birilerinin kiliseyle ilgilenmesi gerekiyor diyor J. Kiliseleri daha çok belli zümreye ait insanların toplanma ve sosyalleşme yeri olarak tasvir ediyor.
Jerusalem Kilisesi
Jerusalem Kilisesi
Gustaf (İsveç) Kilisesi
Osterport Tren İstasyonu
Biraz daha devam edince karşımıza Marathon Sport diye bir spor mağazası çıkıyor. Bu kadar kültür sanat içinde bunun ne yeri var şimdi diyeceksiniz haklısınız ama sponsor arayışım Nordikler’e kadar yayılmış durumda. Şaka bir yana ufak bir ayrıntı da olsa kiminizin işine yarayacağını düşündüğüm için buradan yazmak istedim. Burada koşu sporu adına birçok markanın en yeni ürünlerine ulaşabilirsiniz. Fiyatı ise Tax Free ile Türkiye’den alacağınız ürünün yarı fiyatına falan denk geliyor. Önceki sezonun ürünlerini soruyorum (çünkü internette önceki sezonun ayakkabılarının inanılmaz ucuza satıldığını görüyorum), bana “Önceki sezon mu? Önceki sezon ne arar la Danimarka’da” diyor. Burada outlet gibi bir zihniyet pek söz konusu değil. Yeni modeller çıkar çıkmaz eskileri yarı fiyatına düşüyor ama ellerinde zaten bu üründen genelde kalmamış oluyor. Bu arada ayakkabı alırken basış şeklinizi soruyorlar, bilmiyorum derseniz sizi orada bir koşu bandında yürütüp (ve hatta koşturup) topuk tarafından standardize edilmiş bir ipad ile videonuzu çekip görüntüyü analiz ediyorlar.
Bu kadar reklam yeter… Devam ediyorum.
Holmen mezarlığına geliyoruz. Mezarlıkta ne işimiz var? Burada mezarlıklar daha çok park bahçeler müdürlüğüne bağlı gibi bir görüntü var. En kötü mezarlık Fethi Paşa Korusu tadında diyebilirim. Standart bir mezar taşı söz konusu değil, herkesin farklı konseptte ve etrafı botanik bahçesi gibi, inanılmaz ferah. İnsanların gündelik hayatlarında park gibi kullandığı bir alan burası, hatta öyle ki sahipli bir köpeğin mezarlığın üstüne işediğini gördük ama bu kadar modern olmasa da olur dedik :). Bu mezarlığın içinde en ilgimizi çeken mezar taşı yavru köpek figürlü bir vatandaşınki oldu (ki ben köpeğe mezar yapmışlar sandım). Mezar başında konuşanlara bu kim diye sorduğumda “o çok iyi bir insandı ve köpekleri çok seviyordu” diye cevap verdi. Sonra araştırdığımda bu vatandaşın Lauritz Smith isimli bir din adamı ve filozof olduğunu öğrendim, kendisi sıkı bir hayvan hakları savunucusu olup hayvanların da insanlar gibi muamele görmesini benimsiyormuş.
Holmen Mezarlığı
Holmen Mezarlığı
Holmen Mezarlığı
Mezarlıkta daha yer kalmadığını öğrendikten sonra üzülerek çıkıp yolumuza devam ediyoruz. Parken Stadı’na geliyoruz, ben burayı bilmiyordum, Galatasaray’ın UEFA kupasını kaldırdığı stadmış. Futboldan oldukça uzaklaşmış biri olarak yolumuza devam ediyoruz, stadın yanında ileriye doğru giden kocaman, dümdüz ve yemyeşil bir alan var (her yer gibi heheh). Ama buradaki fark “kaleler”. Kaleden kastım futbol kalesi, böyle beyaz direkli olanlardan işte. Her yerde kale var, kimisinde iki kişi takılıyor, kimisinde on kişi, çoğu zaten bomboş. Neyse burada aslında bir şey yok :). Yürümekten yoruluyoruz ve metroya atlayıp Tivoli Bahçeleri’nin batısında kalan tren istasyonunun oraya gidiyoruz. Glyptotek ve Tivoli’yi şimdilik pas geçip belediye binasının önüne çıkıyoruz. Burada Danimarka Endüstri Konfederasyonu’nun binası var, burası 3M gibi birçok firmayı bünyesinde toplamış bir organizasyon. Vitrinde Tour de France ile ilgili veya diş hekimliğiyle ilgili bazı objelere rastlıyoruz (yine şaka yapmıyorum) ve bu kapıların nasıl açılabileceğini ararken parmaklarınızla kapıların yanındaki işaretli yerlere dokununca açıldığını görüyoruz. Bir süre bunları anlamlandırmaya çalışırken kapılar kısa bir süre sonra ardına kadar tekrar açılıyor ve kibarca oradan kovulduğumuzu anlıyoruz. Başka bir zaman tekrar girmeye çalıştığımızda buranın sadece çalışanların girebildiği bir yer olduğunu keşfediyoruz :).
Ostre Elektrik Santrali
Her şutun gol olduğu alan
Villa Copenhagen (otel)
Belediye Binası (güney)
Belediye Binası (batı)
Sonrasında meydandan Stroget’e bağlanıyoruz. Stroget yaklaşık bir km uzunluğunda, araç trafiğine (ve hatta bisiklet sürmeye de) kapalı, İstiklal Caddesi’nin hemen hemen kopyası bir yer. Birçok mağaza, cafe var, LEGO Store var malum başkenti olmasından ötürü, sanat galerileri var (birine daha sonra girdik değineceğim), öteki ucu da Kongens Nytorv’a bağlanıyor. Caddenin ortasında bir anda aşağıya mahzene doğru iner gibi iki merdiven beliriyor, biz yine atraksiyon beklerken bunların tuvalet olduğunu fark ediyoruz. Böylesine kalabalık bir yerde bile oldukça temizler. Tour de France’ın bu sene (2022) ilk etabının buradan geçecek olmasından ötürü her yerde buna göndermeler yapılmış, LEGO Store’un vitrininden kanalizasyon kapaklarına kadar bunları görmeniz mümkün (veya değil, çünkü bu seneye özgü bir durum).
Lego Store (Stroget)
Lego Store (Stroget)
TDF 2022 Coşkusu (Stroget)
Yemek için bir yerlere oturmayı düşünüyoruz, Mama Rosa diye bir yeri önerdikleri için oraya gidiyoruz, amacımız pizza yemek ve doymak, yedi kişi olacağımızı söyleyince, yan tarafta içerde yer var diye bizi öteki kapıya yönlendiriyorlar, sonra fark ediyoruz ki yönlendirildiğimiz yer başka bir mekan :) (LeBistro 59). Ama menülerinin aynı olduğunu öğreniyoruz, tam içimiz ferahlayacakken siparişleri verdikten sonra “fırın bozuk olduğu için pizza yapamayacaklarını” söylüyorlar. Keyfimizi kaçırmıyoruz başka şeyler söylüyoruz. Aynı mekanda daha sonra bir kez daha tufaya geliyoruz, oturduğumuz yerin yine “Mama Rosa” olmadığını fark ediyoruz, ilginç bir stili var buranın, asla oturmak istediğiniz yerde olamıyorsunuz. Yemekten sonra açık olan çok fazla yer olmadığını öğrenip Christiania’ya geçiyoruz.
Pizzeria Luca (aman ha Mama Rosa falan değil)
Eminim burasıyla ilgili oldukça fazla şey okumuşsunuzdur. Öncelikle Christiania özerk bir bölge olarak geçse de burası aslında turistik amaçlı “özerkmiş gibi” gösterilen bir bölge. Bir anlamda devletin “kör, sağır, dilsiz”i oynadığı bir yer diyebiliriz. Çünkü şehrin kuralları burada da geçiyor, sadece bu sınırlar içinde uyuşturucu kullanımı daha legal. Eğer ot, uyuşturucu kullanacaksanız burada buyrun devam edin diyorlar ama mekanlara da “burada ot sarmak, kullanmak yasak” ibarelerini koymayı eksik etmiyorlar. Buraya girdikten sonra fotoğraf çekmek yasak ancak influencer arkadaşlar çatır çatır patlatıyordu, bunun eskiden daha sıkı olduğunu söylüyorlar. Aynı şekilde buraların polis baskınına da uğradığı zamanlar oluyormuş. Bölgeye girdiğiniz andan itibaren ot kokusu sarmaya başlıyor sizi, yolun sağ tarafında ufak bir pazar alanında kubar, ot vs. satan yerler var. Barların olduğu yere doğru yürümeye devam ettiğinizde de sağlı sollu standlarda uyuşturucular belli lakaplarla satılıyor ve arkalarındaki yıkılmaya yüz tutmuş evlerin içinden alınıyor. Yolda bazı insanların boş boş baktığını görüyorsunuz sebebi malum. İleride barların olduğu yerde de ortada bir sürü masa var, isteyen istediği yerden yiyeceğini içeceğini alıp buraya geçiyor (ot dahil). Zaten uzun bir müddet burada oturursanız tebrik ederim artık siz de pasif bir ot kullanıcısı oluyorsunuz. Fiyatlar dışarısıyla aynı ancak çok geç saatlere kadar açık. Genç nüfus çok takılıyor burada, merak ediyorlar tabi, bunun dışında genç kızlar utanmadan tek başına burada bile huzur ve güvenle takılabiliyor, aileler ufak çocuklarıyla falan gelip masalara oturabiliyor. Burada bildiğin muska böreği satan bir yer de var, otlu alabilirsiniz (hayır öyle ot değil).
Buradan çıkıp otele doğru yola koyuluyoruz ve yolda 666 no’lu CopenHell’e yolcu taşıyan belediye otobüslerini görüp tekrar çıldırıyoruz.
666 no'lu CopenHell Shuttle
3. GÜN
Yolumuzu yerel kütüphanelerden birine düşürerek başlatıyoruz (Copenhagen Main Library). Norreport istasyonuna yakın bir konumda. Bu kütüphane biraz cafe tarzında, içeride öyle fazla bir sükunet yok, kahvesini çöreğini alan çalışmak ve bir şeyler okumak için gelmiş, üç katlı bir yer. Danca ve İngilizce birçok kaynak var, kategorileri şahane yapmışlar. Gençler dışarda Starbucks gibi yerlerde çalışmaktansa burayı tercih ediyorlar, görece kalabalık. Hatta emzikli kasketli bebeler çocuk bölümünde öğretmenleri eşliğinde kütüphane kültürünü öğreniyorlar. Üst katta aradığım bir kitap üzerine güneş gözlükleriyle içeride tarz bir şekilde kitapları yerleştiren görevli oldukça ilgili bir şekilde İngilizce ve Danca kaynaklarıyla ilgili bilgi veriyor, nereli olduğumuzu soruyor, Türk diyince “Bakü’ye gittim çok güzeldi” diyor. Bakü’nün Türkiye’de olmadığını söyleyince de “evet biliyorum” diyip gülüyor. Bize tam olarak ne anlatmak istedi henüz anlamış değiliz.
Copenhagen Main Library
Bilin bakalım kimin eserleri...
Kütüphanenin hemen karşısında bir sinagog yer alıyor, iki polis tarafından korunuyor, sokak araç trafiğine de kapalı. Duvarında burada 2015 yılında terörist saldırıda içeridekileri korurken öldürülen Musevi biri (Dan Uzan) anısına yazılmış bir plaket var. Sinagogun hemen yanında da “Ankara” isminde bir Türk lokantası mevcut, biz oturmadık ama Google’da Türkler sağlam oy basmış :). Stroget’e bağlanan sokağa çıkıyoruz: Kobmagergade. Burada ilk dikkat çeken yapı Rundetarn. Burası 17. yy başlarında inşa edilmiş bir gözlem kulesiymiş, yukarıya 7,5 turluk spiral yolu döne döne çıkıyorsunuz, bu şekilde inşa edilmesinin sebebi de astronomik cihazların çıkarılırken zarar görmemesi adınaymış. Zamanla buradan atla, arabayla, bisikletle falan da çıkanlar olmuş tabi. Ben meclis binasının tepesine çıkmayı buraya tercih ettim çünkü bedavaydı ve daha yüksekteydi. 40 DKK karşılığında dilerseniz çıkabiliyorsunuz buraya da, astronomiye merakınız varsa değebilir.
Rundetarn Gözlem Evi
Ankara Restaurant (menüde en başta sigara böreği var)
Dan Uzan anısına yazılan plaket (Sinagog Duvarı)
Stroget gibi burada da dükkanlar, cafeler vs. var. Bir kitapçıya giriyoruz fiyatları görüp biraz takılıp devam ediyoruz. Ülkemize göre oldukça astronomik kalıyor. Yalnız… Az ileride bir sahaf görüyoruz, ikinci el kitaplar var 5 DKK falan, hatta aynı fiyata İstanbul’da astronomik rakamlara keriz silken plakların da satıldığını görüyoruz. İnanılmaz bir klasik müzik plak koleksiyonları var ve gerçekten çok çok komik rakamlara. Şu an hala niye bi on yirmi tanesini alıp valizime atmadım diye üzülüyorum. Andersen’in kitapları var mı diye görevliye soruyoruz, o da bize “burada kitaplar 5 DKK sence Andersen satılır mı” gibi bir cevapla laf çakıyor. Ya arkadaşım diğerleri kitap değil de tuvalet kağıdı mı gibi bir söyleniyoruz ama çok fazla laf dalaşına girmeden çıkıyoruz. Biraz daha ileride dışarda boynunda fular, bir elinde kruvasan, diğer elinde kahve olan bir insan güruhu görüyoruz, ne olduğunu anlamaya çalıştığımızda çağdaş sanat galerisi olduğunu keşfediyoruz (şimdilik Google map üzerinde işaretlenmemiş ama yanılmıyorsam Diesel Store’un yeri). Giriş ücretsizmiş diyip dalıyoruz, sergi atık materyallerin dönüştürülüp sandalye yapılması üzerine. Üç tür atık var ve hepsinin sponsorları belli: Bira imalatında ortaya çıkan tahıl atıklarının sponsoru tabii ki Carlsberg, kahve ve plastik atıklarının sponsorları da yine o cenahlardan markalar. Bu arada bu sandalyeler satılıyor. Kruvasanımızı ve kahvemizi alıp mutlu olduktan sonra yola devam ediyoruz.
Plaklar sadece 5 dKK (12 TL)
Atıklardan Yapılan Sandalye Sergisi (ve plastik atıktan yapılan sandalye)
Stroget’i kesip dümdüz devam edince Christiansborg Sarayı’na çıkıyoruz. Bu sarayın geçmişinde iki yangın sonucu büyük bir yıkım var, yani bu gördüğümüz 1900’lerin başında yapılmış olan sonuncusu. Parlamento bu binada toplanıyor. Birkaç bölümden oluşuyor, bazı yerlere giriş kesinlikle yok, bazı yerlere giriş ücretli (mutfak eşyaları ve bazı salonlar), terasa çıkıp manzarayı görmek ise ücretsiz. Bu arada terasa çıkmak için iki sıra var, restorana çıkacaksanız ayrı yerden geçiyorsunuz. Her ikisinde de hava alanındaymışçasına ciddi bir güvenlikten geçiyorsunuz. Teras için sırayla biri sekiz, diğeri altı kişilik olan iki asansöre biniyorsunuz. Yukarısı Galata Kulesi’ni andırıyor, şehri oldukça yüksek bir noktadan panoramik olarak görebiliyorsunuz, fotoğraflar üzerinde de nereleri gördüğünüz oklarla gösteriliyor. Aşağı inip kraliyet kütüphanesinin bahçesine bağlanıyoruz. Game of Thrones’taki “high garden” ambiyansında masal gibi bir bahçe. Tam ortada tarihi yüksek bir fıskiye ve havuzu (havuzun içinde minyatür bir ev detayı var), sağ tarafta Kierkegaard heykeli ve karşısında da Danimarka Musevi Müzesi var. Kierkegaard heykelinin gözlerinin nişanlısının eski yaşadığı (duvarın arka tarafında) yeri işaret ettiği rivayet ediliyor, ayrıca üzerinde bir QR kod var, okuttuğunuzda sizi cepten arıyor ve açıyorsunuz, sonra size tercih ettiğiniz dil seçeneğine göre (Danca veya İngilizce) felsefesinden ufak bir paragraf okuyor, varoluş felsefesinden de ötürü biraz depresif diyebiliriz, o güzelim bahçede “tercihin ne olursa olsun pişman olacaksın, verdiğin kararlar aslında çok da senin elinde değil” tarzı şeyler duyuyorsunuz. Muhtemelen bu felsefenin temellerini kışın attı diye düşündürüyor, aksi halde yazın o gün ışığında ve yeşilliklerin arasında depresyona girmek pek de olası değil.
Christiansborg Sarayı (avludan)
Christiansborg Sarayı (cepheden)
Christiansborg Sarayı (avludan terasın görünümü)
Christiansborg Sarayı (seyir terası)
Kraliyet Kütüphanesi Bahçesi (Giriş)
Kraliyet Kütüphanesi Bahçesi
Kraliyet Kütüphanesi Bahçesi
Kierkegaard Heykeli (dondurmasını falan yapsalar alırım, öyle seviyorum)
Buradan ayrılıp zooloji müzesine gidiyoruz. Derya deniz müzelerden biri. Diplodocus diye adlandırılan bir dinozor türünün dev iskeleti de burada yer almakta. Bunun dışında birçok canlı türünün iskeletlerini, örneklerini bulabilirsiniz, Darwin’in midye koleksiyonu da yine bu müzede. Üst katta ise girişte ortada Darwin’in teorisi alan içinde görsellerle anlatılıyor, adımları takip ettikçe bahsedilen evrim teorisinin işleyişini aktarılıyor. Aynı alanda burayı çevreleyen yarım çember şeklinde bir tünel var, buraya hangi uçtan girdiğinizin önemi olmamakla beraber bir taraf kuzey, öteki taraf güney kutbunu temsil etmekte. Siz yürüdükçe ekvatora yaklaşıyor sonra da öteki kutba doğru gidiyorsunuz, bu sırada size her enlemde yaşayan canlıları ve faunayı görsel maketlerle sunuyor. Başarılı bir müze, yönlendirmeleri ve kategorizasyonu da şahane.
Zooloji Müzesi
Buradan ulusal tarih müzesine geçiyoruz (botanik parkının içinde yer alan). Biz gittiğimizde Neandertal sergisi vardı ancak bu değişkenlik gösteriyor olacak zamanla. Dolayısıyla neandertallerden bahsetmek istemiyorum, kalıcı olanlardan biri taş ve mineral koleksiyonuydu. İlginiz varsa çıldıracağınıza eminim, yoksa çok da etkileneceğinizi düşünmüyorum (benim yoktu J). Öteki kalıcı olan da fotoğraf sergisi, bu fotoğraflar ömür boyu kalıcı değil tabi ama yeni gelenlerin kompozisyonları değişiyor olacak ve yine fotoğraflar olacak neticede. Dijital ekranlarda sergilenen fotoğrafların görüntü kaliteleri ve çözünürlükleri şahane, eğer fotoğrafçılığa ilginiz varsa burada oldukça vakit geçirebilirsiniz ama yoksa bile burayı epey seveceğinizi düşünüyorum.
Neandertal Sergisi (Ulusal Tarih Müzesi)
Çıkıp otelimize geri dönüyoruz, acıkıp Gasoline Grill diye bir yerde oturuyoruz (aynı zamanda tek pompalı bir benzinci burası, söylemeden geçemeyeceğim benzin istasyonu iki tane gördüm sadece koca şehirde, birinin de tek pompası var). Burası hayat kurtaran bir fiyat performans mekanı, doyurucu bir hamburgeri var. İsminizle çağrılıyorsunuz, fişlerin üzerine isminizi anladıkları şekilde yazıyorlar, gülüp eğleniyorsunuz, fotoğraf çekerken aklınıza Starbucks’ın çakallığı geliyor (sosyal medyada “heheh ismimi yanlış yazmış şapşikler” diyip viral reklam döndürmeleri). Burada alüminyum içecek kutularını toplayan çöpçü bir teyzenin tacizine uğruyoruz, kendisi içeceğini bitirenlerin kutusuna atlayıp poşetine sallama derdinde ancak bir süre sonra rahatsız edici boyutta devamlı kontrol için kutulara elini uzatmaya başlıyor, arkadaşın sos kutusuna göz dikiyor, arkadaş vermeyince “yav bitmiş daha ne yicen, onu tabağına alıp bana kutuyu versene” minvalinde el kol hareketleri yapıyor. Ben kendisine kutuyu ezip verince fırça yiyorum, meğersem geri dönüşüm için değilmiş, çöpten bir çubuk bulup benim ezdiğim kutuyu açıp çubukla içerden kaktıra kaktıra düzeltmeye çalışıyor, daha sonra da söylene söylene kutuyu çöpe atıp yüzüme bir şeyler mırıldanıyor.
Müteahhitle Anlaşamamış Ev Sahibi
Teyzeyi tarihin tozlu sayfalarına gömüp Türk Periodontoloji Derneği’nin düzenlediği resepsiyona katılmak için yola çıkıyoruz. “Brasseriet 8Tallet” denilen bir mekana geçiyoruz, burası Vestamager Metro durağına yürüme mesafesi 5-10 dk falan. “Naturcenter Amager” denilen doğa parkının ise hemen dibinde. Burası doğa koruma alanı olarak geçiyor. Uçsuz bucaksız bir yeşillik, harika bir manzara var, içeriye giriş serbest, araştırdığımda burada zamanına göre bazı etkinliklerin düzenlendiğini gördüm. Dar ve kullanışlı bir asfalt yol burayı çepeçevre geziyor ve bisikletliler ve yayalar bu yolu paylaşıyor, yolun nasıl paylaşılacağı ise yoldaki beyaz boyalı işaretlerle gayet anlaşılır bir şekilde belirtilmiş. Çektiğim hiçbir fotoğraf burayı canlı yaşarkenki içimde uyanan o müthiş duygu patlamasını bende yaratamadı maalesef, bu yüzden bunu becerebilen fotoğraf sanatçılarına çok büyük saygı duyuyorum. Bu arada benim yazdıklarımı refere alıp burayı görüp “ulen bu muydu” diyebilirsiniz, nitekim o kadar insan içinde sanırım bu hezeyanlara kapılan tek kişi ben oldum. Yemek yediğimiz noktadan bu alanın içine açılan kırmızı ahşap bir kapı vardı, o kapıyı açarken cennetin kapılarını açıyormuş gibi ulvi bir hissiyata kapıldım. Neyse yine de sizleri hayal kırıklığına uğratmak istemem, ama ben bu tarz hissiyatları Kavrun yaylasında göllerin orada da yaşamıştım, bu sanırım doğa ile aramda oluşan bir tür bağdan ötürü böyle: “bu hayattan edinebileceğim her şeyi edindim, artık gitme vakti” hissi...
CopenHell'e gidememiş Galaktik İmparatorluk Endodontisti'nin isyanı (Naturecenter Amager)
4. GÜN
Bugün Tivoli Bahçeleri ve iki tane de müze var: The David Collection ve Ny Carlsberg Glyptotek. The David Collection otelimizin hemen paralelinde, saat 10:00’da açıldığı için salına salına gidiyoruz kahvaltımız yapıp. Burası oldukça mütevazi bir binada yer alıyor, oklar falan göstermiyor bir kapıyı çalıp giriyorsunuz içeri, tüm katlar müzeye ait. İçeriği ise İslami eserler, eser miktarda da yakın dönem Avrupa/Danish sanatını ve mobilyalarını da görebiliyorsunuz. David isminde bir iş adamının koleksiyonları ile oluşturulmu o yüzden ismi böyle, Davud ile bir alakası yok yani J. 8. ve 19.yy arasındaki birçok İslami eser mevcut, oldukça da güzel bir kronolojik sıra ile ilerleyebiliyorsunuz odalar arasında, Endülüs’ten Hindistan’a kadar etkilenen her yerden eserler var. Hangi coğrafyanın nasıl etkilendiğini ve kendine bu eserleri nasıl uyarladığını bölüm bölüm görmeniz mümkün. Giysileri, sandıkları, mücevherleri, yazım sanatı, silahları, kalkanları… Kuran’a ait olduğu söylenen çok eski dönemlere ait bazı sayfalar, minyatürler, paraları… Hatta bir padişah fermanı bile var :). Aslında burası için biraz tarihe ve sanata merakınız olması lazım, şahsen yakınlarında yaşasam sanat tarihi okur okur bir buraya bir NY Carlsberg Glyptotek’e giderdim.
Çok eski el yazması sayfalardan biri
Tez Copenhag'a Yerleşe (padişah fermanı örneği)
Değerli Mücevheratlar İçin Bir Kutu
Buradan zıplayıp Tivoli Bahçeleri’ne geçiyoruz, burası aslında bir lunapark. Önemi ise 1850’li yıllardan beri dokusunu koruyor olması. Ortasında suni bir göl, gösteri için bir sahne, tiyatro için ayrıca bir yer ve tabi ki birçok oyuncak mevcut. Oyuncaklar çok ekstrem şeyler mi, hayır değil, Türkiye’de de muhtelif yerlerde bulabileceğiniz şeyler, sadece ambiyans ve ortam, o korunurluk ve doğallık içinde bir bütün olarak hepsini görebilmek gerçekten çok hoş. Baş döndürücü oyuncaklar epey fazla, bineceğiniz makine sayısına göre bileti daha ekonomik hale getirebiliyorsunuz, gerek var mı tartışılır tabi ama zevk meselesi diyelim. Yediklerinizi çıkarmak için ise apayrı bir oyuncak var bunu anlatmak pek mümkün değil. Upuzun bir kuyruk görürseniz gözünüz korkmasın, oldukça hızlı ilerliyor, ayrıca kuyrukta görevlendirilmiş çalışanlar da var, arada insanlara bileti nerden edindiler diye sorup sırasını bir başka yere yönlendirebiliyor. İçerisi bu arada dışarıdan daha pahalı, magnet, hediyelik eşya falan buralardan almayın, yiyecek içecek ise daha standart diyebilirim.
Mekana isim koyarken vizyonsuzluk örneği Kopenhag'da da var (Tivoli Bahçeleri)
Yüksek doz alkol alınca ne hissediliyor? Cevabı bu oyuncakta...
Buradan da çıkıp sonunda haftalardır merak ettiğim Ny Carlsberg Glyptotek’e geçiyoruz (Salı günleri giriş bedava bu arada). İnanılmaz büyük. Sanat ve tarihe merakınız varsa bir gün bile size yetmeyecektir. Vatikan müzelerini anımsatan bir koleksiyon var, antik yunan/mısır/akdeniz medeniyetlerine ait heykeller, sanat eserleri, çağdaş ressamlara ait eserler (Dan bir ressama ait ayrı bir oda var, eserleri kronolojik olarak etkilendiği şeylere göre yerleştirilmiş, hayat hikayesini de okuyorsunuz bir yandan) hatta Van Gogh, Monet’nin bazı tabloları da var (kimisi Louvre’dan kabul görmemiş ancak buraya katılınca her ne hikmetse geri çağrılanlar da olmuş). Mumyalar ve lahitlerin olduğu bir bölmesi daha var. Burada yaşasaydım her salı gider bir bölmesini sindire sindire elimde sanat tarihi kitaplarıyla gezerdim diye düşündüm. Bu arada “Ny” Danca’da “yeni” anlamına geliyormuş. Hiçbir şeyden anlamasanız bile avlusuna gidip oturun, etkilenmiyorsanız biraz yaşamayı sorgulayabilirsiniz. Üst katların kapıları saray avlusunun kapıları gibi kocaman ve sensörlü, yaklaşınca otomatik olarak çift taraflı arkaya doğru açılıyor, insan kendini bir önemli hissetmiyor değil.
Son günümüzün akşamında vakit geçirmek adına Glyptotek’ten çıkıp Assistens mezarlığına gidiyoruz. Burada Andresen ve Kierkegaard’ın mezarları var. Bonus olarak Bohr’un mezarlığını görüyoruz, ne yalan söyleyeyim en fiyakalı anıt onunki olmuş. Ben başta Bohr kim ya derken eşim “dış güşlerin bizim çıkarmamıza izin vermediği maden” dedi. Kendilerine rahmet okuduk ve çıktık, bu arada otobüste bir kontrollöre denk geldik o kadar gün sonunda ilk defa. Kongreden telefona gönderilen koda çok inançlı bakmadı ve mail var mı diye sordu, maillerimi açıp eşimin bana attığı bambaşka bir maile “acaba bu muydu” diye bakarken kontrollör “tamam bu yeter” dedi ve gitti, insiyatifini olumlu yönde kullandı, ancak kongredeki arkadaşlarımızın bu problemi pek de olumlu bitmedi, göçmen kontrollör cezasını yazıp “itirazınızı sonra yaparsınız” dedi. Yerli çalışanlar dediğim gibi kesinlikle daha hümanist ve turistlere karşı daha nazikler. Mezarlıktan çıkıp TorvehallerneKBH denilen bir yere yemek yemeye geçiyoruz. Burası self servis, ortaya karışık istediğinizi bulabileceğiniz bir yer, yerlisi de buranın müdavimi, sandviçinden tutun ızgara somonuna kadar her şey var. Buranın insanı ne yiyor derseniz burada takılabilirsiniz, daha yöresel ve damak tadına hitap eden şeyler var.
Assistens Mezarlığı
Kierkegaard Aile Mezarlığı
Zannımca Beetlejuice Mezarı
Andersen'in Mezarı
Bohr'un Mezarı
Sincaplı falan bir mezarlık, o kadar şirin...
Tatilimiz bitiyor. Dönüşe geçiyoruz, burada vereceğim bilgi havaalanı düzeni ve “tax free” üzerine. Öncelikle Kopenhag’da bir ürün almadan önce iki defa düşünün ve görevliye “tax free” alabiliyor musunuz diye bir sorun. Kimisi oldukça tecrübesiz olabiliyor ancak ben ilk defa bu şekilde çalışan bir yerden başarıyla ayrıldım. Bir koşu ayakkabısı, bir de telefon aldık (üzücü ama bu kadar pahalı memlekette bile %30 indirimli aldık, düşünün artık bizde nasıl haşırt dı bılekbord). Bir form doldurup damgalayıp imzalıyorlar, damga mühim. Ürünün pakedini kesinlikle açmamanız ve kullanmamanız gerekiyor. Hava alanında alt katta “Global Blue” ofisi var, önünden sıra alıp bekleyebilirsiniz veya yanda hızlı olabilmeniz adına iki adet makine var, oradaki talimatlarla (pasaport okutma, tax free barkodu ve paranızın yatacağı kredi kartını okutma) devam edip sıra beklemeden işinizi halledebilirsiniz. Customs Office’e uğramamıza gerek olmadığını söyleseler de biz garantiye almak adına ilk önce oraya gittik ancak orada acıdan başka bir şey yoktu (eheh). Direkt Global Blue’ya yönlendirdiler orada da işimiz garanti olsun diye makineye değil insana bağlanmak istedik ve bikaç dakika bekledik. Oldukça hızlı ve kolay ilerledi, paramız da üç güne minimal bir kesintiyle yattı. Bu arada nakit tercihiniz yok, sadece kredi kartına yükleme yapıyorlarmış pandemiden beri.
Hava alanının bir app’i var telefonlar için. Uçağınızı seçiyorsunuz ve size uçuşun başlayacağı ana kadar güncellemeleri aktarıyor. Bir de güvenlikten geçişin ortalama kaç dakikayı bulduğu yazıyor, lütfen dikkate alın çünkü biz içeriye girdikten sonra bekleme süresi yaklaşık bir saate falan çıkmıştı, o yüzden tax free yapacaksanız erken gitmenizde fayda var çünkü gerçekten kalabalık. Pegasus’a valiz verme mevzusu felaket, zaten uçuş şirketleri ikiye ayrılıyor, Pegasus ve diğerleri J. Pegasus’a dair soru sorduğumuz tüm görevliler kafasını çeviriyor, “biz onu bilmiyoruz, yardımcı olamayız” diyorlar. Tek bir kişi uçuştan üç saat önce açıldığını ve işaret çıktığında kemerlerle bölünen sıraya girip valizimizi vermemiz gerektiğini söylüyor. Kimisi bana ırkçı yakıştırması yapabilir ancak sırada bir saat falan beklememize rağmen önümüze atlayan kişilerin hangi ırktan olduğunu belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum ve bunu uçağa gireceğimiz sırada bile yaşıyoruz ilginç bir şekilde.
Hoş geldin Koral diyorum kendi kendime…
Hoş geldin…
Comments