top of page
Yazarın fotoğrafıKoral Bayraktar

Kapadokya Ultra Trail

Alternatif başlık olarak: “ASLA DURMA” VS “Bİ SOLUKLANSAN MI YEĞEN”


Sağlık çalışanlarına %50 indirim gibi cömert bir teklif sunan organizatörlerin gazına geldikten sonra “ben elli lira daha verip iadeli alayım da en kötü katılmam” dememle geçen cumartesi akşamı finiş çizgisini geçtiğimde “nassınavradınısayınseyirciler” diye çığırtmam arasında sanki birkaç ay yokmuş da bir iki gün varmış gibiydi. Ya da bu benim artizliğim, yani koskoca aylar geçmiş neyin hezeyanını yaşıyorsun sen diyebilirsiniz, çok haklısınız. Yarışta yaşadıklarımı güzel bir şey olarak anlatabiliyorsam bu “bittiği” içindir. Okul zamanlarınızı düşünün, kötü geçen tecrübelerinizi nasıl ki gülerek anlatıyorsanız “hahah edebiyatçı yüzünden sınıfta kalmıştım da, sonraki sene sınav sistemi değişmiştirznıskm” diye işte bu da öyle bir şey.


Çok uzatmayalım ve yarışın epikrizini yazalım…


Sizlere organizasyonun ne kadar müthiş, ne kadar profesyonel, ne kadar uluslararası olduğunu burada uzun uzun anlatmayacağım. Yabancı katılımcı sayısı oldukça fazlaydı, millet eşiyle balonlara binmeye gelir gibi 63 km koşmaya gelmiş, bravo.


Yarış yaklaştığında antremanım anca bir yarı maratonu sağlıklı olarak tamamlayabilecek seviyedeydi. Dolayısıyla yemeği bırakmadan kilo vermek isteyen her insan gibi ben de kendimi sadece mental olarak hazırladım. Koşu grubundan parkuru birkaç defa deneyimlemiş feyzli bir abimiz (Erol olsun adı) sağ olsun beni kırmayıp iki defa parkuru uzun uzun anlattı; ekipmanımın nasıl olması gerektiğini, batonların ucunun koşarken öne bakması gerektiğini yoksa arkamdakinin içinden geçebileceğini, elektrolit seviyeme dikkat etmezsem ölebileceğimi, avel avel balonlara bakarsam uçurumdan yuvarlanabileceğimi…


Yarıştan bir gün önce zaten kitimi almış, beslenmeye dair de “ritüelini bozma” kuralına uyarak adana dürümü yemiş ve eşimle otele dinlenmeye geçmiştik. “Uyumasan da erkenden yatağa gir” demişti Erol abi, nitekim girdim ve üç saat heyecandan uyuyamadım. Rüyamda da hazırladığım çantaya batonların sığmadığını görünce sabah kalkıp hemen bir kontrol ettim ve o da ne, batonlara hakkaten yer yok. Hemen büyük çantaya taşıdım ekipmanımı. Güzel bir kahvaltı ve hop modumu yakalıyorum.


Start alanı cümbüş gibi zaten söylemeye gerek yok, 63 ve 119k birlikte salınıyor. Bir kilometre falan arnavut kaldırım bir yokuştan yukarıya doğru çıkıyorsunuz. Hemen aklıma “başta gaza gelme Koral” uyarıları geliyor, kulak veriyorum. Aslında yokuş olduğu için pek de bişey yapamıyorum, yokuş bitince de manzara, ambiyans başlıyor “koşmaya mı geldik ya” diyorum. Sonra yol teke düşünce ip gibi diziliyoruz ve o hengamede kendimi ister istemez koşarken buluyorum. Buradan sonra size metre metre yarışın detaylı raporunu çıkaracak halim yok, 11 saat sürmüş. Bundan sonra sizlere bazı kırılma anlarını, duygu durum değişikliklerini, fiziksel çöküntümü ve “yediğimi içtiğimi” anlatacağım.


Efem beş adet istasyon var yarışta, bunlar sırasıyla İbrahimpaşa (11. Km), Uçhisar (28. Km), Göreme (35. Km), Çavuşin (48. Km) ve Akdağ (55. Km). Gördüğünüz üzere en uzun mesafe birinci ve ikinci istasyon arasında, yaklaşık 17 km. Suyumun yetmediği tek nokta burası oldu, ayrıca ikinci istasyon uzun bir tırmanış sonrası olduğu için bu durum biraz zorlayıcı olabiliyor. Tırmanışın tam ortasında bir koşucunun kenarda bulduğu çeşmeden lıkır lıkır su içtiğini görmemle içimde kendisine koşarak depik atma isteği uyansa da nazikçe “ehe ehe ben de içebilir miyim” diyerek mevzuyu kapattık.


Bu istasyonda neler oldu? Efem ayak baş parmaklarım su toplamaya başlamıştı ki, susuzluktu, açlıktı derken ben efendi gidip oturup çorbamı içtim, dinlendim, ayaklarıma gerekli ilgiyi gösterdim, çoraplarımı değiştirdim (bi sırtıma ter bezi sokmadığım kaldı). Peki neler gördüm? El serçe parmağı 15. km’de kırılıp davul gibi olan 45-50 yaşlarında birini gördüm, soğuk sprey sıktırıp yarışa devam edeceğini söylüyordu ki benden sonra gelip benden önce çıktı, ayrıca kendisiyle üçüncü istasyonda ilginç bir karşılaşmamız daha oldu anlatacağım. İki kişi bayıldı ama çorbayla limonla falan ayılttılar sonra onlar da benden önce çıktı. Bunların hiçbiri motivasyonumu bozmadığı gibi izlemekten büyük bir keyif de aldım diyebilirim. Daha sonra açmış olduğum batonları kapatmadan ben de yola koyuldum.


Üçüncü istasyon 7 km sonra. Genel anlamda yokuştan aşağı iniyorsunuz diyebilirim, ciddi bir irtifa kazancı da yok. Yalnız en büyük sıkıntılarımdan birini burada yaşadım. İstasyona varmadan teke düşen bir yoldan "yiter yaauvv" denilebilecek bir yokuş çıkıyorsunuz, buraya kadar da açık bir arazide güneşin tepelere ulaştığı vakit koştuğunuz için bu birazcık bünyeyi olumsuz etkileyebiliyor (63 km koşuluyor birader bünyeyi neyin olumlu etkilemesini bekleyebilirsin ki diyeceksiniz, eved). Bir de üzerine 38k’cı arkadaşlarla yolunuz burada kesiştiği için zımba gibi fırlayan kısa mesafecileri görünce motivasyonunuz biraz hede hödö oluyor. Ben kendimle burada bir kavgaya girdim, aşırı bir asabiyet hakim oldu ve son istasyona ulaşana kadar sürdü. Üçüncü istasyonda, yani Göreme’de yerini tekrar dinginliğe bıraktı. Burada da karbonhidrata abanıp enerjiyi arttırmaya baktım, bi 15 dakika falan net durmuşumdur. Serçe parmağı kırılan abimizi burada tekrar gördüm, bu sefer “asla pes etme” modunda değildi ve “dohtuooorr yog muuu dohtuooor” diye bağrıyordu. Kendisini bir minibüsle buradan bitiş çizgisine uğurladık.


Şimdi gelelim esas yarışın benim için başladığı ikinci yarıya. Buraya kadar zaten bir şekilde koşan, idare edebilen bir insandım. Jog mog hallediyordum, yokuşta yürüyordum ediyordum, enerjiyi saklayabiliyordum, kısacası tecrübe edinmiştim. Tecrübesini edinmediğim kısma ise yeni gelmiştik. Öncelikle dördüncü istasyon olan Çavuşin’e kadar yaklaşık bir 13 km vardı, 13 km içinde dik tırmanışları olan yorucu iki etap vardı. İnişleri de aynı şekilde öyle dümdüz değil, oldukça dikkat gerektiren, dar, virajlı, ayak burkmaya müsait çıkıntılı yerlerden oluşuyordu. Erol abi bana verdiği briefingde burası için “roller coaster gibi bir yerden geçeceksin, eğlenceli ama dikkat ister” demişti. Ne demek istediğini koşunca daha iyi anladım. Koşunca diyorum ama istasyonu terk ettiğimde bir yarım saat kadar koşmak bir kenara dursun batonlarla kendimi sürüye sürüye dümdüz bir yolda anca ilerleyebildim. Öncelikle mental olarak “lan bir bu kadar daha mı var” diye sıkışmaya başlamışken bacaklarım da “yav olmuyor sen bizi bırak batonlarla sürünmeye devam et” sinyallerini veriyordu.

İki hızlanmaya çalışıp bikaç dakika tekrar yürümeye başlıyordum. Hemen sonra can sıkıcı tırmanışlardan ilki başladı. Ancak bu tırmanış işime geldi diyebilirim çünkü yürümeyi dert etmiyordum, nasıl olsa koşamayacaktım ve benim için bu aktif bir dinlenme oldu diyebilirim. Üstelik single bir yolda ilerlediği için geçilme demotivasyonu da söz konusu olmadı. Ve ilk tepeciğimize tırmanış bittikten sonra kendimi hafif bir eğimden aşağıya salmanın dayanılmaz hafifliğini hissettim ve tekrar koşabilmeye başladım. İngiliz bir çiftin peşinde takılıp yaklaşık 7 km güzel bir tempoyla koştum. Koştukça açıldım ve kendime geldim, güvenim ve motivasyonumu da kazanmamla birlikte tekrar yarışa dahil olduğumu hissettim. Ta ki… Az sooooraaa…


İngiliz çift at gibi koşturmaya devam edince ve diğer tırmanışa doğru yaklaştığımı görünce bana bir fenalık hissi hakim oldu ve yavaşlayıp yürümeye başladım. Bir vadinin ortasına çıkmış ve iki tarafa doğru kafamı kaldırınca tepelerde insanları görüyordum. Birazdan o tepelerden birine çıkacağımı biliyordum ve kafamı tekrar öne eğip bu düşünceden kendimi arındırmaya çalıştım. Yolda yürüyen veya hafif tempo koşan küçük gruplara takılmaya başladım. En azından onlar koştukça bir şeyin beni kamçıladığını hissedip onlara tekrar ayak uydurma ihtiyacı hissettiğimden bu beni ayakta tutuyordu.


Sonunda ikinci tırmanışa ve “roller coaster”ın başladığı yere geldik. Yarışın en büyüleyici atmosferlerinden, en fantastik coğrafik şekillendirmelerin bulunduğu yerde, o beyaz killi kumlu tepeciklerin içinde mücadeleye başladım. İnişli çıkışlı, teke düşmüş bir yol içinde aşağıya doğru salıp koşabiliyor, o kinetik enerjiyle de hemen peşinden yokuşu çıkabiliyordum (siz de bunu yediniz). Aşırı dikkat gerektiren inişli çıkışlı bu arazide beynimin de yoğun bir çaba harcaması ve glikoz tüketmesiyle enerjim düşmeye, arazi yapısından ve yokuş aşağı da bolca frenleme ihtiyacımdan ötürü ayak baş parmaklarım su toplamaya ve acımaya başladı.


Bu fantastik kısım biter bitmez sizlerin aklınızı çelen bir yol ayrımına geliyorsunuz: Kısa mesafeciler sağdan, uzun/orta mesafeciler soldan…


Hemen yol ayrımının ortasında ufak bir kayalığa oturdum ve ayakkabılarımı çıkardım, biraz dinlenme ihtiyacı hissettim, enerjim oldukça azaldı. İstasyonlarda beslendiğim için karbonhidrat jeline çok ihtiyacım olmayacağını hissetsem de burada o ihtiyacım birden beliriverdi. Öncelikle su toplamaya başlayan parmaklarımdan ötürü çoraplarımı değiştirip Decathlon’dan daha önce de kullanmış olduğum ancak sadece kısa mesafelerde kullandığım kompres koşu çoraplarını giydim (uzun mesafede, hele su toplamaya başlamış bir ayağa asla takılmaması gerektiğini de maalesef böylece burada öğrenmiş oldum).


Bu arada kısa mesafecilerin hızlı bir tempoda sağdan, uzun mesafecilerinden de benim gibi kıçından nefes ala ala Akdağ’ın eteklerinden soldan gittiğini gördüm. Karbonhidrat jelini patlattım, suyumu içtim, batonlarımı hazırladım ve duvara çarpmak üzereyken kendime gelip başladım koşmaya.


Çavuşin istasyonuna kadar Akdağ eteklerinden bata çıka koşmaya başladım, bir karbonhidrat jeli ile tüm sorunlarım çözülmüş, ben o kayanın üzerinde beklerken beni geçen herkesin yanından “yol vieeer, yol vieriinn” diye roket gibi geçmeye başlamıştım. Öte yandan koştuğum dağın eteklerinden tepeye doğru bakıp karınca gibi gözüken insanlara bakıyor ve “herhalde turist bunlar yav, buraya çıkmayacağız sanırım” diye içimden geçiriyordum. Dağın eteğinden ayrılıp arnavut kaldırım taşlı köy yoluna doğru çıktım ve aşağıya doğru bir eğimle koşmaya başlarken ayak baş parmaklarımda birden ciddi bir acı beliriverdi. Hemen yürümeye başladım ve yaklaşık bir kilometre Çavuşin istasyonuna kadar yürüdüm.


Bu sırada geçtiğim güruhların buradan yokuş aşağı salmış bir kamyon gibi yanımdan geçip gittiğini anlatmama gerek yok. Kaldırım taşları ağrımın artmasına sebebiyet vermekle beraber içimde birden Arnavutlar’a kadar karşı anlamsız bir kin beslememe de sebebiyet vermişti.


Sonunda sürüne sürüne Çavuşin’e vardım ve sanırım koşuda iddiası olmayan bir katılımcı için sayılabilecek en güzel istasyonun yemyeşil çimlerine kendimi bıraktım.


İstasyon piknik havasındaydı, bir sürü kişi kendini çimlere bırakmış, kimisi kramp ve acı ile kıvranıyor, yardımın gelmesini bekliyor, kimisi de önünde piknik örtüsü eksik bir şekilde yemeklerin ve sohbetin keyfini çıkarıyordu. Ben yeşillikler üzerinde uzanmış uyuyan büyükçe bir köpeğin yanına kendimi attım. Biraz kendisiyle hoşbeş ettikten sonra ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkardım. Baş parmaklarım iyice su toplamış, Decathlon çorabı su toplayan parmaklarımın içinden iyice geçmişti. Hemen yarışın başında giymiş olduğum ve dinlenmeye bıraktığım (ve bir çekilişte bedavaya edinmiş olduğum) Salomon çorapları tekrar çıkardım. Ayaklarımı bir süre dinlendirdim, çimlere bastım, köpeği sevdim ve doğayı korudum. Sırt üstü biraz uzanıp soluklandım. Sonrasında ilkyardımcı bir arkadaştan yara bandı istedim ve su toplayan parmaklarımın etrafındaki koşudan yıpranmış ve eskimiş bantları çıkarıp etrafını yeni çift kat bantlarla sarıp sarmaladım.


Hemen bu sırada bir kadın yanıma kendini acı içinde baldırını tutarak attı. İlkyardımcılar spreydir, kremdir, masajdır kendisine abanırken ben de hemen gidip kendime çorba, ekmek, limon, su, bisküvi falan aldım çünkü sportmenlik ve centilmenlik bunu gerektiriyordu.


Ben istasyonda hepten bir yayıldım, bir yandan da haritaya bakıp “iyi yav biraz tırmandıktan sonra iniş başlıyor dümdüz yardırıyoruz, 15 km kaldı şunun şurasında” diye bir içimden geçirirken Ünal ve Elif geldiler. Bir beş on dakikan daha varsa beraber çıkarız dediler, dedim yarım saat deseniz ona bile varım, keyfim o kadar yerinde, konfor alanımdan çıkmaya hiç niyetim yoktu. Zaten Erol abi de “Çavuşin’de tırmanış öncesi biraz keyfini çıkar” demişti. Ben belki biraz abartmış olabilirim ama keyfini çok güzel çıkarttım. Burada çok can alıcı bir diyalog yaşadık ancak bu “can alıcılık” kısmı yarış sonunda belli olacaktı. Hiç tuvalete çıkma ihtiyacımın olmadığını söyledim, onlar da “alla alla biz de ikişler defa girdik, büyük küçük yaptık” dediler, benim ihtiyacımın olmamasını da tuhaf bir ifadeyle karşıladılar. Neyse, bu kısma geleceğiz.


Artık yola koyulma vaktiydi. Tamer abi de biz kalkarken istasyona yeni varmıştı. Yavaştan yola koyulurken Elif ve Ünal’a sordum: yav biz bu dağın tepesine çıkmayacağız di mi, aşağıdan gördüklerim turistlerdi hep?... Bana “ya hangi dağa çıkacağız” dediler… O dimdik yokuşun tepesine kadar giden karınca gibi insanları görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Benim için en azından mental olarak yarış burada sonlanmış ve yarışın “artık bi şekilde bitireceğiz” kısmı başlamıştı.


Ben, Ünal ve Elif üç kişi peş peşe tırmanmaya başladık (Elif önde olmak üzere). Bir yandan batonları saplaya saplaya sürünerek çıktığımı hissederken bir yandan da Elif’in rahatlığına gıptayla bakıyordum. Kafamı arkaya çevirip baktıkça bu sefer tam tersi bir görüntüyle insanların aşağıda karınca gibi kaldığını gördüm. Burada geriye dönüp baktıkça kafamda oluşan o imgenin ne kadar harikulade olduğunu anlatmam çok zor, keşke fotoğrafa alabilseydim diye de düşünüyorum ancak o sırada ekstra enerji harcamama sebebiyet verebilecek herhangi bir hareket Umut Sarıkaya’nın beynimiz nasıl çalışır karikatüründeki gibi basit bir şekilde (dondurmaya sos ister misiniz? Bedava ve ekstra bir gıda neden olmasın…) cevap bulmaya başladığı için bu tür şeylerden içgüdüsel olarak uzak durdum.


Artık tepeye varmış, aşağıdan gördüğüm o “turist” ben olmuştum. Tam buna mutlu olacaktım ki Elif sanki hiç yokuş çıkmamış gibi düzlüğü görür görmez koşmaya başladı. Ben koşamayacağımı bildiğimden ötürü artık manzarayı izleyerek batonlarımla güzel bir “hiking”in keyfini çıkarmaya başlamıştım. Yalnız kalmamıştım, Ünal da bana eşlik ediyordu. Yarışın bu noktasından sonra artık çoğu katılımcı (koşucu demiyorum artık) bizim ayarlardaydı: Bitik…


Ara ara hafif tempo koşmaya çalışıp sonradan tekrar duraksayan ve yürüyen insanlar…


Ünal bana bu kadar dik olmasa da bir tırmanış daha olduğunu söyledi. Şaka mı yapıyor diye anlamaya çalışırken haritayı kaldırınca o tırmanışı gözden kaçırdığımı fark ettim. Yapacak bir şey yoktu, kendimi sadece bir şekilde yarışı tamamlamaya adamış, tepeden manzaranın keyfini çıkararak ilerlemeye bakıyordum. O eşsiz doğanın fotoğrafını beynimin kıvrımlarına kazıyordum. O tepeciği de çıktıktan sonra sonunda tam anlamıyla zirveye vardık ve ciddi bir rüzgar yemeye başladık, rüzgarlığımı ilk defa burada çıkarıp giydim.


Tuvalet ihtiyacım da ilk defa burada geldi ve arkasına saklanabileceğim hiçbir şey de olmadığı için etrafımı da kolaçan ederek kimse yokken gerçek anlamda bayırdan aşağıya “zirvede bıraktım”. Sonra aşağıdan baktığımda o karınca gibi gözüken insanları aynı eylemi yaparken mi izlediğimi bir sorguladım. Hemen arkasından da acaba 300 mm tele objektifi olan biri beni şu an “eşsiz Kapadokya manzarası” diye çekip paylaşıyor mudur hissini yaşadım.


Ünal ufaktan koşmaya başlamış, beni gerisinde bırakmıştı. Ben de 45-50 yaşlarında bir çiftle beraber yoluma devam ediyordum. Birazdan aşağı doğru yokuş başlayacaktı ancak yarışta edindiğim tecrübelerden aşağı inmenin yukarı çıkmak kadar zor olduğunu öğrendiğim için artık bu tarz şeyleri iple çekmiyordum. Bu arada saatimin bataryası bitmiş ve kaç km kaldığını da takip edemiyordum. Çavuşin’de bu ihtimale karşı telefonumdan Strava’yı açmış ve oradan da başlatmıştım. Ancak sadece kayıt için, çünkü yolda ne kadar kaldığını görmek için telefonu çantadan çıkarmaya enerjim hiç yoktu.


Yokuş aşağı inmeye başladık, Ünal’ı uzaklardan yokuşun sonlarını koşarken gördüm, nedense bir gururlandım. Bizim çiftle beraber inmeye başladık, bazı yerler ayak altından hızla kayıyordu ve kısmen tehlikeliydi. Öyle ki çiftimiz önden giderken sürününü alfası öne doğru atlamış kaymış ve dişisine “sen gel ben seni tutarım” demişti. Eşini yakalamış olması neyse de keşke aynısını bana da demeseydi. Gururuma yediremesem de kendimi alfamızın şefkatli ve güçlü kollarına bıraktım. Yokuşu bitirir bitirmez 55. km’deki son istasyona da ulaşmış olduk.


Ünal’ın benden uzaklaşırken ne kadar gururlandığımı söylediğimi hatırlıyorsunuz. Maşallah dediğimin çok yaşamaması teorisinden ötürü kendisini son istasyonda üzüm yerken buldum. Tabii ki ben de yarışın parasını çıkarıyor, üzüm, elma, kraker ne varsa yiyordum. Üzümler gerçekten şahaneydi, sanırım koca iki salkımı yedim. Otururken bacaklarımın üst kısmında kasılmalar ve yanmalar daha şiddetli bir şekilde baş göstermeye başladı. Masaj yaparak durumu çözmeye çalışıyor bir yandan da Ünal’a soruyordum cahilce “acaba soğuk sprey falan iyi gelir mi” diye. Ünal da olayı sadece hukuki olarak değerlendirebileceğini burada tıbbi bilgiye en yakın benim olduğumu söyledi.


Ben mala bağlamış bir şekilde bakarken yandan bir ses doktor olduğunu ve istediğimizi sorabileceğimizi söyledi. Kafamı bir çevirdim Çavuşin’de baldırına kramp girerken benim çorba içerek izlediğim kadın bize yardımcı olmaya çalışıyordu. Vicdanımın sızlaması bile ekstra enerji kaybına sebebiyet vereceği için bunu sonrasına sakladım. Bana sakın soğuk sprey sıkmamamı söyledi ve aşağıda kendisine verdikleri kremi bana uzattı. Kremi bir an ağzıma yüzüme süresim gelse de hemen üst bacaklarıma bocalayıp biraz mıncıkladım, teşekkür ederek kremi kendisine uzattım. Ünal tekrar yola koyulurken ben bi 5-10 dakika daha istasyonda takıldım.


Bu arada artık 8 km mesafe kalmış ve yokuş yoktu. Dedim 8 km git-gel Fenerbahçe/Bostancı mesafesinden daha az. Tek farkı üzerine 55 km koşmuş olmam.


Yola koyuldum, düzlükte tekrar sıcak bastırmaya başlayınca rüzgarlığımı çıkardım, yola devam ettim ve tekrar o tanıdık isme rastladım: Ünal… Birlikte sürünerek ilerlemeye devam ettik. Artık bundan sonrası sohbet, muhabbet, yarış kritikleri, olumlu tarafından bakarsak güneşin hala batmamış olması gibi züğürt tesellileriydi. Ünal aynı zamanda benim akıllı kol saatim olmuş ve hatta onun sesli komutlara cevap vereni olmuştu. Kaç km kaldığını, ne kadar irtifa kazanacağımızı falan söylüyordu. Artık topraktan çıktık ayağımızı asfalta bastık ve yarışın ilk başladığımız noktasında tırmandığımız o yokuşa geldik ve rampayı inmeye başladık.


Balatalarımın artık işe yaramıyor oluşu, arnavut kaldırım denilen o konforsuz yapının batonlarımı kullanışsız ve tehlikeli kılması gibi şeyler yüzünden tırsa tırsa inerken Tamer abinin “hala burda mısınız genşleeer” diye yanımızdan fişek gibi geçmesiyle bir silkindik demek isterdim ama ben hala “adımımı nereye doğru atarsam bacağım acımaz ve durabilirim” diye hesap yapıyordum. Sonunda düzlüğe indik, alkışlar, bravolar, eşliğinde finiş çizgisinden geçtik.


Daha birçok motivasyon kelimesinin havada uçuştuğunu anımsıyorum ama böyle anlarda bu tarz şeyler bana ters tepiyor. Birinin bana “11 saat ne anasını satim, her istasyonda da yiyip içmişsin, pikniğe mi geldin dana” demesi daha çok gurur verir ve beni daha çok kamçılardı.

Bitiş çizgisinde eşimin beni karşılıyor olmasına çok mutlu oldum. Hayır hanımcılık yapmıyorum, o an tamamen bakıma muhtaçtım ve birinin beni pamuklara sarıp sarmalaması, nazımı çekmesi, ne yapmam gerektiğini söylemesi gerekirdi. Zira sadece bacaklarım değil beynim de geçici bir süreliğine saf dışı kalmış ve mala bağlamıştım, en son eşimin elinden tutarak beni oraya buraya çekiştirip yemek falan aldırdığını hatırlıyorum ki ağzıma iki çatal makarna atıp yemekle konuşmaya başlayınca oturmanın sağlıklı bir karar olmayacağına karar verdik.


PT Academy’nin olduğu çadıra uğrayarak bacaklarıma biraz masaj yaptırayım dedim, fizyoterapist bir arkadaş sadece iki dakikamızın olduğunu söyleyerek biraz bacaklarımı elledi… Sonra otele yola koyulduk. Otelin az evvel indiğimiz 800 metrelik yokuşun tepesinde olduğunu söylemiş miydim?


Acılar içinde kendimi otele bıraktıktan sonra beni bir üşüme ve titreme aldı, sıcak duşun altına girmeme rağmen üşümem geçmedi ve bir adet parol ve cabral alıp kalınca giysilerimi çekip kendimi yorganın altına bıraktım. Birkaç dakikaya titrememin azalması ve üşümemin toparlamasıyla beraber yatmadan evvel bir tuvalete gireyim de gece yorgunluk ve kas ağrısıyla tuvalete tekrar kalkmayayım diye düşündüm. Kalan tüm gücümü toparladım, tuvalete girdim. Yarışın benim için en büyük dersi olan bu kısım kesinlikle ekstra bir paragrafı hak ediyor, bünyesi hassas olanlar okumasın.


Arkadaşlar… Ben hayatımda ömrümde böyle bir şey yaşamadım. Yani dışkılamanın (defekasyon, sıçma) nadide anlarından birini yaşadım. Yunan tanrılarının gazabına uğramış aciz bir mitolojik kahraman gibi ömür boyu defekasyon ile cezalandırıldığımı düşündüm. Her yanımdan soğuk terler boşalmaya başlamıştı. İçimde sonsuz bir boşluk oluşmasıyla ciddi bir ağırlık kaybına uğradığımı hissediyordum. Tam bitti mi diye düşünürken tekrar başlıyor ve beni klozete çivi gibi çakıyordu. Birçok flashback yaşadım tabi, Michael Bay’in yeşil ışık patlamalı efektleriyle aklımdan istasyonda yiyip içtiklerim, yarış esnasında iki defa alnımdan boşalan soğuk terler, Erol abinin briefingde “Koralcım, kahvaltını sabah 5’te yapacaksın ki dışkılamaya da vaktin olsun” tembihi ve en son Çavuşin’de Elif ve Ünal’ın “aa sen hiç tuvalete girmedin mi, biz iki defa girdik” sözleri… Maddenin korunumu kanunu gereği bazı yediklerimizin enerjiye dönüşürken, enerjiye dönüşemeyenlerin de bir şekilde bünyede takıldığını hatırladım ve tüm flashbackler kafamda o ana doğru hızlıca müthiş bir efektle bağlandı… Defekasyon sona erdiğinde tuvaletten titremem tamamen geçmiş, gözlerimde o gururlu insan bakışlarıyla ve çok aç olarak çıktım. Yanımızda sadece ayran olduğu için onu diktim ve bol su içtim, sabahki kahvaltıyı düşünerek “yav yemek yicem yarın inanamıyorum” diyerek mutlu bir şekilde uykuya daldım…



242 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page