Geçen caddede yürüyüş yaparken çok acıktım, değişik lezzetler ararken bolca “street food” ibaresi gördüm, yanlarına gidip menülerine baktığımda kokoreç, döner, köfte ekmek, çiğ köfte, mercimek çorbası gibi seçeneklerle karşılaştım. Street food ve siz ne alakasınız diyecektim ki mercimek çorbası haricinde haksız olmadıklarını düşündüm. Kültürel yozlaşma ile yemek kültürümüzün batıya tanıtılması arasında kalıp sonunda karnımın aç olması sebebiyle bunları tartışmanın ne yeri ne de zamanı diye düşündüm.
Sonunda bir dönerciye oturdum ayıptır söylemesi. Bunun niye ayıp olduğuna dair bir fikrim de yok, bazen gereksiz bir kibarlık gibi çok yapmacık duruyor, bir tür duyar sanki… “Kadın mı, kız mı, bayan mı, hanımefendi mi, dişi birey mi” tartışması gibi artık her söylediğime tepki çeker diye şüpheyle yaklaşır oldum. Neyse sonuç olarak karnım acıktı ve hayatta kalmam için vücudumun ihtiyacı olan bazı temel yapı taşlarını içeren ortalama bir gıda ürünü olan dönere maddi durumum el veriyordu ve onu yemek istediğim için sipariş verdim, hepsi bu kadar. Döner yemeyi görgüsüzlük, zenginlik veya şımarıklık belirtisi olarak görüyorsanız onun sebebi ben olamam diye düşünüyorum…
Girişin hemen yan tarafında (açık alanda) çitin orada sırtım cadde trafiğinin tersine bir şekilde oturuyordum çünkü hemen arka masamda da başka bir adam vardı, suratım ona dönük beraber yemek yiyormuşçasına oturmak istemedim, yoksa arabaların geliş gidiş yönüne dair herhangi bir zorum yok. Bir masaya otururken ilk tercihim daha çok bir insanın suratını direkt görmeyecek şekilde konumlanmak, öteki tercihim de mümkün oldukça açık bir alan görebilmek. Bu sadece yalnızken geçerli, sayı arttıkça bekar arkadaşlarım ortamdakileri kesebilsin diye tercihi onlara bırakıp daha sonra ben oturuyorum.
Neyse ben siparişi verdim bekliyorum, arkamdaki bay, bey, beyefendi, adam, erkek (karar verdim erkek adam veya He-Man diyeceğim) olabildiğine yüksek bir sesle telefon konuşmasına başladı. Kulak misafiri oldum diyemeyeceğim, daha çok kulaklarım He-Man’in sesine zoraki bir ev sahipliği yapıyor, onu hoşgörüyle ve büyük ikramlarla ağırlamaya çalışıyordu. He-Man alfalığını telefon konuşması üzerinden tüm mekana yaymaya çalışıyordu, her türlü emir kipleri kullanılıyor, emrine amade kişilerin gururları itinayla ayaklar altına alınıyordu: O iş öyle olmazdı, kaç defa söylemişti, hiç dinlenmemişti, şimdi hepsini yıkıp tekrar yapmak zorundalardı, cebinden de bir kuruş vermezdi, işçiler gününü görsündü. Bir yandan da elindeki tesbihle konuşmalarına şak şuk efektleri katıyordu.
Algılarım olabildiğine açık, iç dünyam ise iç savaşın eşiğindeydi. Yıkım kaçınılmazdı. He-Man ilk telefon konuşmasını “senin yüzünden yemeğim soğudu lan” diyip sonlandırdı. Geriye sadece tesbih sesleri kalacak neyse idare ederim ben artık diye düşünürken başka bir yıkıcı ses daha geldi: Alooo… İkinci telefon konuşmasına başlamış, muhtemelen bu sefer aramayı He-Man yapmıştı. İkinci aramanın içeriği ilk görüşmedeki adamı itin bir yerlerine sokmak, çekiştirmek ve o an domine ettiği dönerciye ve müşterilere kusursuz bir alfa erkek olduğunu kanıtlamaktı. Güç istenciyle dolup taşmıştı. He-Man bir yandan gelen döneri beğenmeyip garsona seslendi ve dönerinin daha iyi pişmesini istediğini söylediğini, bunu anlamadıklarını mı sordu. Daha iyi pişmesini söyleyip döneri iade ederken nedense İngilizce olarak da “well done, well done” diye telaffuz etmişti. Böylece He-Man sadece bulunduğu habitata değil telefonda konuştuğu kişiye de (muhtemelen sürünün betası) ne kadar güçlü ve kültürlü olduğunu yansıtmayı başarabilmişti.
Alfa erkeğimizin tesbih şaklatmasıyla da beraber on metre çapına yayılan çiftleşme belirtisi gösteren bu sesi artık sürünün betası olmayı kabullenmiş sessiz beni çileden çıkarmaya başlamıştı ki, buna bir de kendi feromon kokusu olan sigara eklendi. Tam söylenecekken kırklı yaşlarında biraz/baya kilolu iki kadın yanlarında scooter’a binen bir çocukla masama yaklaştılar. İçlerinden biri “ablacım kalkacak mısın” dedi. Hemen arkamdaki adama döndüm “birader bi dal da bana uzatır mısın” dedim, sağ olsun kırmadı, cebinden çıkardığı sigarayı kendi ağzındakiyle yaktı, gerçekten tam bir alfaydı.
İlk sigaramdı, derince içime çektim, hesabı ödemiştim ve çay da tam o sırada gelmişti. Kadının suratına ifadesizce bir süre bakıp “hayır abisi çay söyledim” dedim. Kadınlar garsonların içeriye geçmesi teklifini çocuktan ötürü reddedip mekanın hemen dışında, görüş alanımda ilk kalkmaya yakın olan masayı, yani beni, suratlarında büyük bir memnuniyetsizlik ve tiksinçlikle kesmeye başladılar. Az evvel hilti gibi beynimi delip geçen o tesbih sesi artık baharın geldiğini müjdeleyen bir kuş sesine dönüşmüştü içimde. Kadınlara üslupsuzluklarının cezasını çektirmenin keyfini sürüyor, beni dudak kenarlarını burun kanatlarına doğru toplamaya çalışıp güya küçümseme ifadesi takındıkları o tiksinç mimiklerle kesmelerinden büyük bir haz duyuyordum.
He-Man’e döndüm: Kehribar mı o dedim. Ooo üstad sesinden mi anladın dedi. Hayır dedim. Yaydığı enerjiden… Alfa, çayındaki son yudumu tekila shot gibi hızla dikip ayağa kalktı, masasına henüz gelmeyen “well done” dönerin parası ve bahşiş olarak tahmin ettiğim yüz liralık banknotu kül tablasının altına sıkıştırdı ve yanıma gelip tesbihi önüme koydu ve söze başladı: Kehribar dedi… Şifa taşı olarak bilindiği için kişilere huzur verir, strese karşı koruyucu etkisi vardır, ağrı çekilen yerlere koyulduğu takdirde ağrı kesici özelliğe sahiptir, depresyona karşı iyi gelmektedir, sol ele alınıp oynandığı takdirde bedenin tüm elektriğini atmasını sağlar, migrene karşı etkilidir ve hepsinden önemlisi sadece alfa erkekler kehribarın enerjisini onu görmeden anlar dedi. Bu artık senin, kendine iyi bak gardaş dedi ve mekandan ayrıldı.
Masanın üzerine koyduğu tesbihi şöyle bir süzdüm, elime alır almaz istemsizce gelen şaklatma hissine engel olamayıp sallamaya başladım ve alfalığımı ortama sürünün erkek aslanının kükremesine benzer bir sesle duyurmak için telefona sarılıp arkadaşımı aradım ve bağırarak seslendim: NABIYON LA ZURNA…
Corale
コメント