Sabah alarmın sesine kalmadan uyandım, hava müthiş, geç de kararmaya başladı zaten. Biraz da ısındı, tam kıvamında şahane bir pazar beni bekliyor diye düşündüm. Dilim damağım kurumuş, tüm salyalarımı ve iç sıvılarımı yastığa dökmüş, kupkuru kalkmıştım. Mutfağa doğru yollanıp sürahiyi elime aldım, havaların iki günde ısınıp sürahinin camın önünde de kalmasından ötürü dibinde yeşil bir yaşam formu oluştuğunu gördüm. Ancak zaten detoks için buna salatalık, maydanoz atmıyor muydu kadınlar? Doğal yolla oluşan bir yaşam formunu barındıran suyu içmenin bana ne gibi bir zararı olabilirdi ki?
Duşumu aldım, dişlerimi fırçaladım, diş ipi kullanmadım çünkü çok uzun sürüyor. Sabah şöyle bir karbonhidrat gömeyim, sağlıksız beslenip sponsor çılgını insta diyetisyenlerinin bi kulaklarını çınlatayım dedim, başladım börekçilere bakmaya ilk önce: Peş peşe Levent, Bülent, Taner, Aslı gibi isimler çıktı karşıma. Bir an börekçilere mi baktım acaba ben diye büyük karakterlerle “BÖREKÇİ YAV BÖREKÇİ” yazıp tekrar arattım. Aynı isimleri tekrar görünce belki de insanların bir börekçide aradığı samimiyetin bu olduğunu düşünüp isimlerden birinde karar kıldım.
Börekçilerden daha merkezi bir konumda olana doğru yola çıktım, o sırada diğer dükkanları, cafeleri görüyorum. Gözüm bu sefer pilavcılara ilişti: Pilav Dünyası, Pilav Sarayı, Pilav Station… Börekte bu naiflik, basitlik ve halkından olmacılık varken pilavda niçin bu saraylar, dünyalar geziniyor anlam veremedim. Hele “station” olayı hepten tadımı tuzumu kaçırdı. Bir şeyin aşırı tuttuğu zamanda o işe giriyor olmanın zarar verdiğinin farkındaydım. Mesela doları yükselirken almazsınız (yani eskiden öyleydi), bitcoin artınca girmezsiniz, sadece çiğköfte işini bunlardan çok ayrı bir noktada tutuyorum, onlar nasıl oluyorsa hep tutuyor. Demek istediğim “Simit Dünyası” tuttu diye gastronomi sektöründe her mekanda “dünya”yı kullanmazsınız. Biraz düşünürsünüz arkadaşım ya…
Radikal bir bruksist olarak inancım gereği dişlerimi bu pazar ayininde da gıcırdatmaya başladım. Güne yine her şeyi kafaya takarak başlamıştım, alt tarafı yiyeceğim iki dilim börekti. Üstün hiciv teknolojisiyle donatılmış iç dünyam kendi kendini sindiriyordu. Sert bir ortaya kafa topuna çıkmış bir futbolcu gibi hissettim ama hayatta kafa topuna çıkmadığım için bu canımı çok acıtmış, top da zaten dağa taşa gitmişti.
Hemen arada lokmacıları görmeye başladım. Cenazelerde dökülen bu şerbetli hamur öğesi (lanet olsun ben de çok seviyorum) Kadıköy’de ardı arkası kesilmeyen bir şekilde doyma noktasına ulaşmış hatta çığrından çıkmıştı. Bazı yerlerde Belçika çikolatası sosuyla ederinin on katına satılıyordu. Belçika çikolatasının Uğur Dündarvari bir programda Bağcılar’da kaçak bir yerde leğenlerde şarap gibi ayakla ezilerek alttan ısıtılan bir teknede benmare edildiğini görmüştüm. Onu Belçika çikolatası yapanın bu özelliği olduğunu söylüyordu üretici.
Sonra aklıma önceki gün yediğim Kemalpaşa tatlısı geldi. Pofidik ve kaymakla yenilmesi tercih edilebilen ponçik bir tatlıya niçin bu ismin verildiğini düşündüm. Neticede Kemal Paşa ismini duyunca insanın hizaya gelmesi gerekirken ağzının suyunun akması ve pofidik çiğnenebilir bir şey canlanması pek de hoş değildi. Bence bu isimde bir tatlı oldukça sert kıvamda, yapımı uzun süren, emek isteyen ancak herkesin ulaşabileceği bir şey olmalı.
Başım dönmeye başladı. Açlıktan mı yoksa bu içimi kemiren yarı anlamsız düşüncelerden mi emin olamadım. Börekçiye vardım. “Bana bir porsiyon Bülent verir misiniz” dedim, “pardon anlamadım tekrar alabilir miyim” dedi arkadaş, “afedersiniz dilim sürçtü bir porsiyon Levent isteyecektim” dedim. Sadece “beyefendi” diyerek manidar bir bakış attı. “O da yoksa Taner veya Aslı verirsin artık” dedim sonra bir çalışanın ötekine “abi senin Aslı’yı diyor sanırım napalım biz bunu” diyip iki kişinin üzerime geldiğini görerek (bir kişi de yeterdi bana halbuki) börekçiden çıktım.
Eve dönerken yolda avazım çıktığı kadar bağırdım “yaaa şaaa Mustafa Kemal Paşa yaşaaaa”…
Corale
Comments